RADİKAL etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
RADİKAL etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1.11.13

MARMARAY

Delik, dar uzun bir koridor, karanlık, kapkaranlık. Çıkışta duvarlar kırmızıya boyanmış. Kıpkırmızı. Burada her şey çok keskin. Karanlık, kırmızı. Yağmur mu yağmış, yağ mı dökülmüş. Yerler kaygan. Ayakta duramıyorsun. Düşmenle metrelerce sürüklenmen saniyeler içinde. Duvarlarda dökülmüş tuğlaların pürüzlü yüzeyleri avuç içlerini yırtıyor sürüklenirken. Nefesin gırtlağında, kalp atışların göğsünün orta yerinde sıkışıyor. Gözbebeklerin karanlıktan simsiyah, iri iri. Zift mi kömür kokusu mu bilemediğin kesif bir koku yayılmış delik boyunca. İlk düşüş bundan senelerce önce, otuz otuz iki yıl önce olmuş. Hiç bakım, onarım görmemiş. Tepede fenerler kirden pastan kandile dönmüş. Kendi etrafını bile zor aydınlatıyor. Binlerce önyargı var içerisiyle alakalı. Her düşen gördüklerine ragmen önyargılara inanıyor nedense. Farazi, öyleymiş gibi yapıyor çıkışta. Kapıya çakılmış kalın, şeffaf plastik dikey perdeler kollarını ve bacaklarını sıyırarak ikiye ayrılıyor ve çıkıyorsun.  

30.5.13

DOLAP

Hiç sığmadım. Zannedersin ki kat kat elbiseler giyerim. Ne münasebet. Koca kışı bir kazak, koca yazı bir ipekli gömlekle geçiririm. Ama o dolabımın bekçileri hiçbir yere kıpırdamaz. Öylece durur ve o ipek gömleğimi aralarına almamak için direnir dururlar.
İlk çocukluk yıllarım, babamın marangoza çizip yaptırttığı ama neredeyse vinçle o küçücük odamıza sığdırılan, sevimsiz, formika kaplı dolapla geçti. Kapak içine ne sevimli resimler astımsa da; bebek, kedi resimleri, dolap bir türlü sevimli hale bürünemedi. Gelin olup kendi evime taşınırken önce o dolaptan kurtulduğuma sevinmiştim. Ama nafile, hiçte sevindiğime değmedi. Bir dergiden kesip yaptırttığım İtalyan stili siyah, lake dolabım senelerce neyim var neyim yoksa karanlıkta sakladı durdu kıyafetlerimi. Bir lamba koymayı akıl edemedim içine. Daha sonraki evlerim de dolaptan vazgeçip sadece askılarla çözdüm meseleyi. Sonra gene dolap, dolapsızlık derken gittikçe anladım eşyanın bile başını sokacak evmiş derdi.
6''

28.5.13

ADA

Bugün söyledi Yeşim; ''Ada'ya taşın!'' diye. ''Aradığın liman oradadır belki''. Günlerdir, olsun ama marjinal bir yer olsun dediğim yer ada mı acaba?
Epeydir kıvranıyorum, önce Galata mı, sonra Arnavutköy mü, ardından yok yok Assos, olmadı Bodrum dediğim semt arayışıma son noktayı vurdu nihayet. Ada!
Birde gider ayak o sevimli suratıyla; ''Ada tam sana göre, bağımsız, tek başına, suların içinde özgür!'' dedi ya. Bende üzerine ekledim. Rüzgar ne yönden eserse essin deniz kokusu var. Bir yanı gündüz bir yanı gece. Bir yanı yaz bir yanı kış. Bir yanı şehir diğer yanı sayfiye.
Beynim jet hızıyla ada sokaklarına uçtu, sessiz kaldırımlarında yürüdüm adanın usul usul, bir kış, gece vakti. Çatı bir dairenin, tahta trabzanlı balkonunda oturdum, çay içtim. Esnafla muhabbet ettim, bu sezon ne bu kalabalık diye, şikayet ettim. Bisikleti dağ, orman yollarına sürüp, deniz kıyısında kayalara oturdum.
Sonra yine bir hüzün kapladı içimi; ıııı-ıh buda değil Yeşim!
6''

İNCİ

Kedim mi koparttı, kim koparttı bilmiyorum, yatak odamın yerinde, kopan inci kolyeden dağılan inciler var uzunca bir süredir. Toplamıyorum. Öylece bakıyorum.
Annem pek severdi inci kolye. Nerede bulsa sahte demez alır, renk renk takardı, üst üste.
Bu inci kolyeyi de kendisi dizmişti ipe, ''bunlar gerçek!'' diye. Kullandığı ipte onun gibi dayanamadı hayata, en nihayet koptu. Hala sahte mi, gerçek mi bilmiyorum ama merak ediyorum. Çok sahiciler.
Odamın her yerine, ayaklarımın altına serilmiş bu incilere odayı süpürsem de dokunmuyorum. Gece karanlıkta sedefimsi bir ışık yayıyorlar. Yıldızları çok sevdiğimden mi nedir, yıldızlar serilmiş gibi ayaklarımın altına.
Bugünlerde toplayacağım, olmuyor tabi böyle böyle yerlerde inciler.
Ne burası, masal mı? Masal evi mi? İncili mi, perili köşk mü?
6''

26.5.13

BURASI NERESİ DAYI?

Neredeyse yarım asır harcadım bu kürede ama öğrenip öğreneceklerim bitmedi gitti.
Kapkara bir günün sonunda, hadi! diyen arkadaşıma teslim olup gittim o Türküevine. Yıllardır Beyoğlu sokaklarında, sokak aralarında, önlerinden geçerken duyduğum ses sebebiyle bir adım dışından yürümeye çalıştığım o evlerden birine, habersiz, programsız gidiverdim. Uzaylı gibi bir kenarına iliştiğim kilim desenli sedirlerin üzerinde, sanki üzerime birşeyler bulaşacakmış gibi dimdik oturuverdim. Neresiydi burası, nasıl bir dünya, nasıl bir Türkiye.
Ter içinde siyahlara bürünmüş türkücü, kesinlikle takma adlı, Murat Ceylan. ''Maç var, havalar sıcak ondan!'' diyerek içerideki tek tük dinleyiciye açıklama yapmaya çalışıyor. Sağımı, solumu kolluyorum. Aniden fırlayıp gidebilirim. Radyo programcısı adamın sırası gelip de şiirini okuyana kadar mecbur kalacağım bu ortamda, racona göre siparişlerimizi veriyoruz, Urfa.
Sağ locada, neredeyse koltuk genişliğinde gri pantolon, beyaz gömlekli bir adam oturuyor. Nargileye dayamış ağzını, seri bir şekilde dumanı çekiyor loş ortamda peş peşe. Arkasındaki locada gece boyunca tem tek oturacak olan beyaz, kollu tişörtlü, siyah saçlı kadın oturuyor. Garson elinde nargileyle gelerek, sol locaya koyuyor. Hiçte yanılmadığım, kırk kilolarda siyah gömlek, siyah pantolon ve siyah rugan ayakkabılı bir adam gelip elinden alıyor nargileyi ve oturuyor. Nargileyi hazır etmek için o kadar çok duman çekiyor ki garson, yanakları kıpkırmızı.
Murat Ceylan'ın söylediği şarkılar ne arabesk, ne türkü, tanımadığım bir tarz ama rahatlarım diye gittiğim günümü daha da karartmaya yetiyor. Tek tük insanlar gelmeye devam ediyor. Sağdaki en son locaya uzun, ince, krem renkli eteklikli elbisesiyle başı sıkma baş bağlı bir kadın ve yanında da çizgili tişörtlü, kadından on, onbeş santim daha kısa bir adam gelip oturuyorlar. Boynuna taktığı kırmızı boncuklu kolyesi, kırmızı rugan, arkadan bantlı açık ayakkabısı ve çantasına takım. Yan yana , sıkı sıkı oturuyorlar. Evliler mi, flört mü ediyorlar diye dikkatlice bakıyorum. Flört.
İlerleyen zamanda  yanımızdaki locaya koca bir aile gelip oturuyor. Kahverengi kareli gömlekli,  göbekli ama şişman olmayan adamın karısı zayıf, mini etekli, uzun boylu, lüle lüle sarı saçlı. Kadına arkasından baktığında sarı saçı, ince beli, dar kısa etekliği ve askılı bej buluzüyle şehirli bir kadın ama yüzünü döndüğünde yüz hatları üç, beş vakit önce tarlada güneşin altında buğday ekip biçen yorgun bir köylü kadın.  Yanlarında en küçüğünün yaşı 7-8 gibi olan, üç çocukla gelmişler. Kuzen, yeğen, açık kapalı, kadın erkekli bir grup aile. Toplamda sekiz kişiler. Delikanlılardan biri askerden yeni gelmiş. Dar, düşük bel, eskitme kot pantolonu ve beyaz tişörtü ile vücudu yeni antremandan çıkmış, belli. Karşısında ki kızla aniden piste çıkıp oynamaya başlıyorlar. Aman ne oynamak. Kız kırk kilodan fazla değil, beli kopacakmış kadar ince. Kot eskitme bir gömlek, takısı, kemeri, ince topuklu yüksek ayakkabıları ile Victoria Secret mankeni gibi. Ama göbek havası durumu oryantelleştiriyor. Belini kıvırma hızına ve yaptığı figürleri algılamaya yetişemiyorum. Ağzım beş karış açık. Localarındaki ağa gibi oturan adama bakıyorum ne vakit saçından kapıp yerlerde tekme tokat sürükleyecek kızı diye. Yok, adam el çırpıyor. Ağzım açık. Gümüşhane’liler, Bayburt’lular var salonda daha ziyade ve onların kanlarını köpürten şarkılar. Yan locamızda 8-9 yaşlarında desenli elbiseli bir kız çocuğu var, kollarını birbirine kavuşturmuş, tek başına oturmuş dinliyor Mutlu’yu.  Biraz sonra bir peçetenin üzerine yazdığı istek şarkısını kalkıp veriyor şarkıcıya. Ağzım açık.
Arka locamıza son derece sarışın, askılı bluzlü, mini etekli, iki kız iki oğlanla geliyor. Son derece modernler ama burayı neden tercih ettiklerini hala anlamak istemiyorum.
Salonun dışında avluda dört masada okey oynayanlar var, birinde başı sarıklı bir kadın. Yaz havasını, yazlık mekana çeviren okey taşı sesleri. Şehrin ortasında Anadolu sayfiyesi. Sol locadaki kahverengi gömlekli adama methiyeler yolluyor şarkıcı, aman Gülcan Bey, yaman Gülcan Bey diyerek. Gülcan Bey coşkusunu engelleyemeyerek yan masadaki peçetelikten bir demet peçete alıp piste yaklaşıyor, şarkıcının başına, para destesini tek tek sıyırır gibi peçeteleri tek eliyle sıyırarak başından aşağıya yolluyor. Yan gözle de garsona talimat veriyor, acil iki paket daha peçete açsın diye. Para değil, gül yaprağı değil, peçete ısmarlanan, şarkıcıya iltifat için. Hesaba ekleniyordur herhalde.
Duvarlarda Mehmet Akyıldız, Bülent&Lida posterleri var, tanımıyorum, duvara gerilmiş, kilim desenli kumaşlara iğnelenmiş. Mutlu mikrofondan anons ediyor, sırada Arabik horon var diye, millet deli gibi piste fırlıyor, horon için. Arabik horon ne? Ardından da Doğu Beyazıt’lı Memocan’ın konseri var diyor.  Hiçbir şey ama hiçbir şeyi anlayamıyorum. Burası neresi, Doğu Beyazıt nerede, bu insanlar kim, nerenin kültürü bu.
Köln’de bulunmuştum ilk defa geçen yıl. Almanca’ya dolanan Türkçe’yi, Almanlığa bulanan Türklüğü garipsiyerek bakmıştım. Tanıdığım insanlar ne Almandı nede Türk. Garip bir şey. Burada da aynı duygulara kapıldım, burası ne Anadolu ne İstanbul. İstanbul’a karışmış Anadolu insanı. Özünü kaybetmiş, acayip bir sosyal kültür oluşmuş. Çok yabancı. Buradaki adamlar neye kızar, neyi kaldıramaz anlamadım. Gülcan Bey’in hanımı tek başına oynamaya kalkıyor, Gülcan Bey sırıtıyor, romantikleşen bir şarkıda Gülcan Bey de kalkıp karısıyla dans etmeye başlıyor. Eli bel bölgesinden altlara kayıyor dans ederken. Çocukları sırıtarak bakıyor anne ve babalarına. Siyahlar içindeki kara, kuru adam uzun uzun üflediği nargile dumanının arasından yarı gözlerle bakıyor bu pistte dans eden çifte. Gülcan Bey kıskanmıyor, ne işin var pistte be kadın demiyor, ne bu giydiklerin dapdaracık demiyor, zevkle ve keyifle dans ediyor, diğer garip eşlerle beraber. Bu bir Cumartesi gecesi. Zamanında Çakıl Gazinosunda aileleriyle eğlenmeye giden işadamlarının başka bir versiyonu bu. Ama haberimiz bile olmayan bir versiyon.

Karışık kebap yap ortaya çocuğum, bol soğanlı olsun!...

25.5.13

SESSİZ

Doludizgin yeşil vadiye doğru uzatıyorum kamerayı. Renkler, ışık doluyor resme. Bir daha, bir daha basıyorum, kuş seslerini de alsın içine diye. Çeşit çeşit kuş seslerine, çeşit çeşit çan sesleri karışıyor. Kimi küçük, kimi büyük çan sesleri, büyük, küçük hayvanların boynunda, otlağın uzun kısalığına göre; uzun, kısa çalıyor. Basıyorum tekrar. Resim karesinde renkler, ışık var ama sensizlik gibi sessiz bütün kareler.

24.5.13

HİÇ VAKTİM YOK

O dedi ki; küçük bir kasabanın taş sokaklarından başka ne verebilirim ki sana, ey sevgili...
Ben ise sana; Olympos'un dar, uzun taş koridorlarındaki evlere dağılan su arıklarından akan suyun ritmine bulaşmış nefeslerimizi, deniz suyuna karışmış maden sularını, Demre Plajı'na bakan St. Clause Kilisesi'nde yankılanan Myra'lıların çığlıklarını, Kale Ada'sının etrafındaki deniz motor seslerine karışan, deli mavi sulardaki kulaçlarımızı. Ölüdeniz'in tepesine Baba Dağ'dan uçan kanatlarımızla konduğumuz Kelebekler Vadisi'ni, biraz daha yukarıda, Bodrum barlarının önünde, taş kumsalda dans ederken yere sürtünen ayak izlerimizi, Behram'ın gökyüzündeki tüm yıldızları, İskender Limanı'na inen parke taşların üzerinde, seni seviyorum, diye yankılanan sesimi ve daha binlercesini verebilirim, eğer istersen.
Tüm bunlarla beraber, anladım ki, Nemrut'ta gün batımını izlerken içtiğin şaraba, Halfeti'de Rum Kale'ye sürdüğün motora, Van Gölü'nün kıyısında yaptığın kahvaltıya, Uzun Göl'e tepeden bakıp, Hasankeyf'in son resmini çekmeye bile zamanımız kalmayacak daha beklersen esaretinden kopmaya.
Çık gel, kalan ömrün dolmadan.
6''

KAYRA

Kulak kıvrımlarının içine dolan seslerin arasında bir yerlere saklanmış söylediklerim, sen uyurken. Tek tek; tane tane söyledim, yüreğin ısınmak istediğinde çıksın o köşeden, sarıp sarmalasınlar kalbini, üşüme diye.
Sakin, itaatkar, durgun bir göl gibi bekledim yatağının kenarında. Ona duyduğun aşk için, tek tek ellediğin sokak taşları gibi hareketsiz, sanki asırlarca izledim uyumanı. Kapalı, uyuyan gözlerinden doldum hayallerinin köşe kapmacalarına, elma dersem çık, armut dersem çıkma diye saklandım, sen elmaaaa dediğinde çıkmak için karşına...
6''

12.4.13

SÜT


İki küçük kız, henüz onyedili yaşlarında. Temmuz ortaları, güneş neredeyse en tepede, yeni uyanmışlar. Mutfakta lila, mine desenli seramik tezgahın üzerindeki, plastik kabın içinde kırdıkları yumurtayı çırpıyorlar. Uzun sarı saçlı olanı, buzdolabından süt tenceresini çıkartıp tezgahın üzerine koyuyor. Tencerenin üzerinde birikmiş sarı kaymak tabakasını, çorba kepçesiyle kenara çekip, bir iki kepçe sütü yumurtanın üzerine döküyor. Siyah uzun saçlı olan, hiç hoşnut değil bu hiç bilmediği tarifi uygulamaktan. ‘’Sütü hiç sevmem’’ diyor içinden. Ama yenilere olan merakından ses çıkartmıyor. Sütle çırpıyor yumurtaları, biraz tuz ekliyor. Tavaya döküyor karışımı. Alümninyum tavaya yapışıyor karışım. Tahta kaşıkla sıyırmaya çalışıyor dibini, sıyırdıkça formu bozuluyor, canı gittikçe sıkılıyor. Onun ülkesinde çoktan teflon denen tavalar icat edilmiş bile. Ama burası neredeyse üçüncü dünya ülkesi. Çelik tava bile yok henüz. Sunmaya çalıştığı görsel partinin bozulmasından ötürü kendi dilinde anlaşılmayan küfürler savuruyor sağa sola. Geldiğinden beri hava sıcak, ramazan ayı olduğu için kimse onunla yemek bile yemiyor, su kısıtlamalı, istediği zaman akmıyor, evdeki erkek kardeş ne yapmak istese izin vermiyor, yaz sıcağına rağmen özgür, dilediği gibi gidip atamıyor kendini masmavi sulara, gece kumsalda gitar çalan delikanalılar var, aralarında oturmak istiyor ama abi baskısı güçlü çıkıyor, suratını asarak, yine ağzının içinde dolu bir sürü küfürle eve dönüyor. Hiçbir şey ama hiçbir şey düşlerini süsleyen umutlar gibi değil. ‘’Hiç gelmemeliydim!’’ diye düşünerek, ağlayarak yatağa girdiği gecelerle dolu günleri. Üstelik en yakın arkadaşının ölüm haberini alıp darmadağan oluyor, diğer yandan. Evine dönmek istiyor. Daha fazla bu kutu gibi odadaki, ranzanın altında, tıkış tepiş yaşamak istemiyor.
Koyu renkli olanın elini bırakıp ameliyat odasına gözlerini kapatıp girdiği bugüne kadar otuzüç yıl geçmiş bile. ‘’Vermon’ta gideceğiz çıkışında, yoncalar, papatyalar açmıştır belki, süt almak için en yakın çiftliğe gider, süt alırız üstelik,  tamam mı?’’  diyor koyu renkli saçlı olan elini bırakmadan önce; Sarışın; ‘’Biliyorum sütü hiç sevmezsin!’’, diye gülümseyerek elini bırakıp gidiyor gri kapıdan içeri..

11.4.13

HANİ

Hani bir daha böyle canım yanmayacaktı. Hani öğrenmiştim kendimi korumayı. Bir daha uyuşmayacaktı kollarım. Gece uykularımda düşmeyecektim boşluklara. İyiydi hayat, güzeldi hani, tek başıma. Yetiyordum hani kendi kendime. Güzeldi böyle hayat. Alışmıştım yanlızlığa. Kimsesiz çıktığım yollara. Neşeyle attığım kahkahalara alışmıştı kulaklarım. Gaddar sessizliği unutmuştum hani. Birde, şarkıların hiçbir benim için değildi hani....
http://www.youtube.com/watch?NR=1&v=nOo5U-IT_OU&feature=endscreen

SİYAH KUŞ

Pazar yerine bakan, yere kadar pencerenin önünde tül, hafif hafif bir ileri bir geri salınıyor. İkindi güneşi dolmuş odanın içine. Pazarcıların seslerine çocuk sesleri karışıyor. Kadının gözleri kapalı, sırt üstü yatmış. Gül kokusuna karışıyor, karanfil kokusu. Fesleğen, hatmi, defne kokuları dolanıp geliyor taa Pazar'ın öteki yanından. İçinde bir okyanus var sanki uzun zamandır, bir yolbulsa akacak. Bir demire tutunuyor düşmeden önce, bir iki dal dolanıyor eline. Geometrik desenli yer karolarını gözleriyle tekrar çiziyor hiç açmadan gözlerini. Dut ağacından bir orta sehpasının kıvrık ayağı, bunca zaman olmayanları hatırlatıyor. Mavi, beyaz masa örtüleri salınıyor tahta masaların kenarından, ballı tereyağ, ıspanaklı börek. Pazar filesi ve sepetleri var kadının elinde, aç, dolduruyor eline ne geçerse. Üzüm suyu bordo uzun saplı dev kadehte. Sabah saat beş. Yorgunluk yok. Bülbüller konuşmaya başlıyor bir daldan öbür dala. Kafesi aralıyor kadın, usulca salıyor simsiyah kuşu, bülbüllerin arasına. Gün doğuyor. Sesler kesiliyor. Kadın gözünü açıyor.. Hepsi rüyaymış, bitti, diyor.
6''

KASABANIN KÖPEKLERİ

Son sabah kahvaltısı. Kapının önünde valizler. Mutfaktaki masanın üzerinde özenle serilmiş tertemiz örtünün üzerinde seramik, cam kaseler. Henüz geçen yaz yaptığı incir, kızılcık, çilek reçeli ne varsa koymuş masaya kadın. Sütçü Lütfü dayının iki haftada bir bıraktığı kaymak, tereyağının yanında. Henüz iki sabah önce bambaşka bir yerde, başka masada kahvaltı yapmıştı adam. Kadın farkında. O yüzden çantalar kapıda. Ya son olmalı yada sonsuza kadar olmalı diye zarı atmıştı kahvaltı masasına. Diğer kadın aşağıda arabanın torpido gözündeki mesaj kutusunda.
Zarlar dışarı sağa sola savruluyor, eğilip almak istese de adam son yemek misali gözünü ayıramıyor masadan. Kadın biliyor son kahvaltı olmayacağını, bu ders lazımdı, diyor içinden. Yağmurlu bir bahar günü aynı kasabada ayrı odalarda başlarını koyuyorlar ayrı ayrı yastıklara. Mesaj kutusundaki kadının sesi tiz, çığırtkan. Hiç bir anlamı kalmamış. Oyun bozulmuş. Sesler tatsız. Akıl kahvaltıda. Yol yakın. Telefondaki ses kayboluyor. Yağmur tüm şehri yıkıyor, bir baştan öbür başa. Çantalar geri iniyor bagajdan. Tek tek yerlerine yerleşiyor beyaz ütülü gömlekler. Telefon numaraları değişiyor. Kasabada yeni bir kahvaltıya kadar sokaktaki köpekler bile susuyor.

ACIMASIZSIN

Dışarıda kar yağıyor. Kadının üzerinde siyah gece elbisesi, yırtılmış, salonun kenarında kitlendiği duvarın köşesinde, çömelmiş, başı kollarının arasında, gözyaşları adamın kova kova üzerine döktüğü buz gibi suya karışıyor... bitsin artık git, diye, savaşıyor adam. Bitmiyor, gene de gitmiyor kadın. Ayılan adamı sarıp sarmalıyor, geçecek düzelecek her şey diye seviyor. Senin suçun değil, benim suçum diyor, kadın..Adam haklı, yine. Yenilen kadın. Yenilmek orada kalmak çünkü.
Burası cehennem, demiş diğer kadın, dayanamıyorum artık diyor, bir kaç aydır evdeki gergin havaya. Ve gidiyor.Hiç sevmediği, kalmak için mücadele etmediği kapıları bir bir kapatıyor adamın yüzüne.
Kalanla giden arasındaki fark bu işte. Kalan kara, yağmura, çamura, fırtınaya rağmen gitmez. Gidecek olan ise tek bir yel bekler, ya seherden ya batıdan essin, yeter.

6''

RUH


Kayalara vuran dalgalar, köpük köpük. Kayalar ada büyüklüğünde. Neredeyse bahar geldi demişti. Ama hava gene kış. Yere kadar pencereler tüm denizi ve patlayan dalgaları kucaklıyor. İki kırmız deri koltuk var cam önünde. Dışarının soğuğuna rağmen oda neredeyse sıcaktan erimek üzere. Cam yüzeyinden su damlacıkları göz yaşı gibi ağır ağır süzülüyor, daha evvelden kalma yaşlar. Odanın bir yanında köpük köpük kabarmış duygular. Köpükler yüzlerine, gözlerine bulaşmış. Yarı aralık. Bir dergi yerde, kapağında, siyah bikinli bir kadın resmi, yarı aralık gözleriyle bakıyor adam. Eli kolu çekilmiş, halsiz ve yorgun. Tümünü içine doldurmak, dolu dolu, kana kana içmek ve sonra da gerekirse kusmak istiyor. İçinde kaldığı susuz yıllara inat. Kusan kadar doyarsam kurtulurum diye ümit ediyor, nafile. Kumsaldaki mağaranın içine dolan dalgalar, köpüren, taşan sular, hiç ama hiç biri silip süpürmeye yetmiyor içindeki tortuları. Sesler doluyor kulaklarına. Tek bir odanın içinden yükselip gelen. Günlerce çıkmıyor odadan, kimi zaman sigara dumanının sisinde boğuluyor, o zaman aralıyor camı. Kokular uçuşup deniz kokusuna karışıp, tazelenip geri geliyor. Ve baştan başlıyor. Tekrar ve tekrar. Bilmiyor, nafile, boş. Kaçsa da kurtulamaz.

NİSAN'IN ÖYKÜSÜ


Yıldızlar ayağımıza serilmişti. Ben farkında değildim. O fark etti. ‘’Bunlar ne!’’ dedi.
‘’Yakamoz!’’.
Bunca yıl burada yaşadım, hiç böyle bir şey görmedim!’’ dedi adam.
 Ben görmüştüm ama hiç bu kadarını değil.
Deniz çarşaf denen düzlükte, gece sabaha karşı neredeyse. O daha yüksek bir kayanın üzerinde oturuyor, ben suya daha yakın. Kayalara vuran küçük kıpırtılar havai fişek gibi patlamasına neden oluyor yakamoz böceklerinin. Ateş böcekleri gibiler. Bu kış günü, nasılda buldular bizi. Hem de kaçıp saklandığımız bu dağ kovuklarında. Bir Chopin piyano sonatı eşlik ediyor sanki böceklerin kıpırtılarına. Sessizliğin sesi doluyor her ikimizin de içine. Ben aşka tecrübeliyim, o ise acemi, dalmaya hazır sert kayalıklardan taa dibe. Uzun sessizliğin ardından dudaklarının arasından dökülen ilk cümle; ‘’Burada ancak aşık olunur!’’, diyor. Evren mesajını duyuyor sanki. Daha kurumuş ırmak yatağını girmeden sıkı sıkı tutuyor elimi.
 ‘’Benim işim senden zor, sakın bırakma!’’ diyor. Taşlı dere yatağından hiç bırakmadan elimi yürüyoruz. Karanlık zifiri. Dönemece geldiğimizde taş duvarın ardındaki selvi ağaçlarından korkuyorum. Sağ yanımı dayıyorum ona,  ister istemez.
 ‘’Korktun mu!’’diyor.
Aslında, hayır, korkmamıştım, ama korkmak istemiştim, sığınmaya cesaret edebilmek için. Ancak bu sayede gövdemi ona dayayabilirdi. Yıllardır tek başıma dikildiğim kaygan toprakta bir an bile olsa bir yanını dayanmak iyi gelecekti, biliyordum. Chopin melodileri değişti, yağmur damlalarına ayak uydurmak için Beethoven’dan bir senfoni doldu kulaklarımıza. Sağdaki köpekli evin önündeki çamurlardan atlayarak geçtik. Köpek havlamadı bile. Arabanın önüne geldiğimizde, evinde önüne gelmiştik. Gitmek zorundaydım. Karşı tepede, yamaca oturmuş, üç katlı evin, ikinci katının yere kadar balkonlu salonunu ışığı yanıyordu hala. O gecelerce, işte o balkondan bakmıştı, ta bu tepeye. Gelecekte o tepedeki evin alt köşesinde ne yaşayacağını bilmeden. Alıp götürse,  gelmezdim ki, daha ilk geceden. Bırakmakta çok zordu. Arabaya yaslandığımızda gövdeme değen ellerinden tüm sıcaklığımı ve arzularımı ta içine kadar almıştı. Ayakları yerden kesilmiş, ama gitmemem için ikna edebilecek tek bir cümle kuramamıştı. Yağmur damlaları kirpiklerimden boyalarını sürükleyerek yanaklarımdan aşağıya süzülmeye başladı. Artık akıtmayacağıma yeminli gözyaşlarım gibi. Bir iki hamle de koparamadım elimi.  Ama son hamlede hiç düşünmeden elimi çekip yokuş yukarı koşmaya başladım. Kusura bakma diye bağırarak.
Ertesi sabah öğlene kadar çalışma masamdan karşı tepedeki eve baktım. Ne perde de bir oynama ne kıpırtı. Tüm dikkatim dağılmış, yapacağım hiçbir şey kalmamış gibi bekledim, saatlerce, ta ki yokuşun altından arabasının burnu görünene kadar. Araç kapıya yanaştığında evin iki kapısı arasında mekik dokudum, acaba hangi kapı daha çok ifade ederdi ki onca saat sadece onu beklediğimi anlatsın. En nihayeti diğer kapıdan girdi. Korku ve umutsuzluktan iyice büyümüş göz bebeklerimi açarak;
‘’Hiç gelmeyeceksin zannettim!’’, dedim.
NİSAN’IN ÖYKÜSÜNDEN

17.3.13

EN MUTLU AN


Mutlu hissettiğim an, hem de en mutlu!
Uzun zamandır hiç yok. Düşünmekten bile korktuğum bu galiba.
Hongkong’ta nehrin kenarında, karşı kıyıdaki inanılmaz büyüklükteki binaları ve üzerindeki ışık oyunlarını seyrediyorum. Bu kıyıda olabilmek, hatta az sonra bir tekneye binip, binaları dokunacak kadar yakından izlemek nefes kesen bir mutluluk olsa gerek. Ama öyle değil işte.
Göğsümün tam ortasında koca, kara bir delikle yaşıyorum. O deliğin, o kara kuyunun etrafında dolaşıyorum bildim bilesi. Bazen bir cesaretle kuyunun taş duvarlarına tırmanıp aşağıya bakmak istiyorum. Öyle dipsiz ki. İçim çekilip, vazgeçiyorum. Ben etrafında dolanıp durmalıyım, bakarsam delik beni içine çekecek ve o karanlıkta yok olacağım.
6’’

ÜRE


Üremekten kök alırsak, üre çıkıyor ki, bildiğim kadarıyla bir hastalık.
‘’Üresi yüksek ondanmış!’’ diyor sınıfta arkadaşım ölen abisi için. Gözlerim kocaman oluyor. Ne ki üresi yüksek?
Bunca yıl birçok hastalık ismi duydum ama birçoğunu, elimde tüm imkanlar olsa da araştırıp, incelemedim. Doktor olmayacaksam dibine kadar tüm detayları bilmek gereksiz. Çare bulamadıktan sonra.
Kızım arıyor; bir hocası için ölmüş. Hiçte sevmezdi, hatta beddua ettiğini hatırlıyorum, o gaddar ses tonuyla , ‘’hayır sen gelmiyorsun şampiyonaya!’’ dediğinde. Çıldıracak gibi olmuştu, bir hafta sonra gideceği yolculuk için pasaportu dahil tüm valizi hazırdı. O öfkeyle bıraktı su balesini, tutunduğu en iri dalı. Biliyorum ettiğim beddualar mı tuttu acaba diye o küçücük yüreğinin çırpındığını.
Nasıl bir hastalıktı ki öldürdü. Ne üremişti o genç, incecik bedeninde.
Bazen çoğaltan bazen de tüketip bitiren bir şey bu üre.
6’’

YERDE


Başım yerde. Taşları sayıyorum. Parmaklarım arkamda birbirine dolanmış. Garip şekiller alıyor.
Yerdeki taşlar rutubetten yeşermiş. Yosun bağlamış etrafı. Hep evde, saksılarda yosun beslemek istemişimdir. Ama onlar öyle özgürler ki, yeşerecekleri yeri aradıkları rutubet, hava şartları, gölge ve yöne göre tayin ederler.
Bazı şeyler böyledir. Kafasına buyruk. Nasıl ürer. Tohumu nedir, ne değildir. Önemli değildir. Mantar gibi bitiverir. Bir taşa tutunur, renklenir, çoğalır.
Bazen bir uçurumun kenarındaki, taş kalenin erişilmez duvarlarında oluşurlar. Taş renksiz, donuk, yıllanmış, orada durur öylece, belki asırlarca. Gider onun üzerine yapışır mesela. Öyle güçlenir ki üzerinde ot bitmeye başlar. Toprak görevi yapar.
Bir bakarsın bahar olur. Papatya açar üzerinde. Bir serçe gagasıyla ot, dal parçaları getirir, bırakır, serçeye yuva bile olur. Taş renklenir, can bulur, koku bulur, yuva olur. Adı mantardır ama hayat verir.
6’’

15.3.13

BEDENİM


Ne sevdim, nede barıştım. Zannederim hayatta tek düşmanım.
Yatak odamda boy aynasını, bir kaldırıyorum, bir tekrar getirip dikiyorum.
Allahtan portatif bir ayna. Ne bir gün güzel olduğumu söylüyor, ne de çirkin.
Masaldaki kraliçe, benim aynamda. Ve beni öldürmeden rahat etmeyecek.
Pamuk Prensesin üvey annesinden de kötü.
Hayatta en büyük ceza şekli sessizliktir ya, benim cadı da beni sessizliği ile cezalandırıyor.
Bazen önünden hızla geçerken göbeğimi göremeyip geri dönüp, tekrar bakıyorum. Sinsice sırıtıp, ‘’birde göğüslerine bak!’’ diyor. Karnım inse göğsüm büyüyor. Yok yani bunun bir ayarı.
Aynalarla barışmak nedir acaba. Ben prenses o cadı. Hiç barışmak mümkün mü?  
İşte, bazen göz yanılgısı, o kadar.
6’’

DUYARLILIK


Gereksiz yere canım yanıyor, duymak istemiyorum, hiçbir kötü haberi, kapı sesini, yan dairede bağıran kadını…
Duydukça hayatımın akışı değişiyor sanki.
Duymasam, o gün sanki daha başka türlü geçecek, daha ben gibi. Kararlar verebileceğim. Hiçbir eylem kararlarımı etkilemeyecek.
Komşu teyzenin kocası, felçli. Sabahları saat henüz sekiz olmadan kurnaya çarpan tas sesiyle uyanıyorum. Neredeyse her sabah. Yatağını ıslatan amcayı, ileri yaşına rağmen, her sabah yıkıyor teyze. Bazen haykırdığını duyuyorum;’’yeter be adam!’’ diye. Keşke bağırmasa diyorum, keşke biraz daha sabretse, ama ne zor. Çoğunlukla sessiz teyze. Amcanınsa hiç sesi gelmiyor duvarın ötesinden. Eminim küskün, eminim çaresiz. Sadece tas sesi, sabah sessizliğini yırtan; haş, huş, haş, huş,…..
Uyanıp oturuyorum yatakta. Bu ses elimi kolumu bir türlü bırakmamış anılar gibi. Duymasam, mazide kaldı diyebileceğim ama her sabah tekrar tekrar hatırlatıyor, felçli babamı ve hastalığını. Duymamak en güzeli. Duysan da duyumsamaman ise özgürlük.
6’’