17.4.13

Her Zaman Okuduğunuz Hürriyet'i Şimdi İzleyin

Hürriyet TV şimdi yayında.

Hürriyet TV’yi ziyaret edenler, aradıkları her şeyi artık tek tıkla seyredebilecekler. Hürriyet TV, zengin haber içeriğinin yanı sıra konusunda uzman isimlerle gerçekleştirdiği programlarla da dopdolu.

Hürriyet TV’de Berza Şimşek’ten günün mutlaka görülmesi gereken haberlerini izleyip usta gazeteci Sedat Ergin’den haftanın yorumunu alabilirsiniz. Üstelik gündemin özetini, Metehan Demir, 3 dakikada sizin için yorumluyor.

Burcunuzdaki yeni gelişmeleri merak ettiğinizde ise Susan Miller ile yıldızlara bakabilir, Sebla Kutsal ile dilediğiniz zaman, kültür ve sanat dünyasında keyifli bir yolculuğa çıkabilirsiniz.

Uğur Cebeci ise sivil havacılığın geldiği son noktayı size Kokpit’ten anlatıyor.

Magazinden spora, eğlenceden ekonomiye hepsi ve daha fazlası, sürekli güncellenen Hürriyet TV’de sizi bekliyor.

Bir bumads advertorial içeriğidir. ‘’Bir Bumads advertorial içeriğidir’’

12.4.13

SÜT


İki küçük kız, henüz onyedili yaşlarında. Temmuz ortaları, güneş neredeyse en tepede, yeni uyanmışlar. Mutfakta lila, mine desenli seramik tezgahın üzerindeki, plastik kabın içinde kırdıkları yumurtayı çırpıyorlar. Uzun sarı saçlı olanı, buzdolabından süt tenceresini çıkartıp tezgahın üzerine koyuyor. Tencerenin üzerinde birikmiş sarı kaymak tabakasını, çorba kepçesiyle kenara çekip, bir iki kepçe sütü yumurtanın üzerine döküyor. Siyah uzun saçlı olan, hiç hoşnut değil bu hiç bilmediği tarifi uygulamaktan. ‘’Sütü hiç sevmem’’ diyor içinden. Ama yenilere olan merakından ses çıkartmıyor. Sütle çırpıyor yumurtaları, biraz tuz ekliyor. Tavaya döküyor karışımı. Alümninyum tavaya yapışıyor karışım. Tahta kaşıkla sıyırmaya çalışıyor dibini, sıyırdıkça formu bozuluyor, canı gittikçe sıkılıyor. Onun ülkesinde çoktan teflon denen tavalar icat edilmiş bile. Ama burası neredeyse üçüncü dünya ülkesi. Çelik tava bile yok henüz. Sunmaya çalıştığı görsel partinin bozulmasından ötürü kendi dilinde anlaşılmayan küfürler savuruyor sağa sola. Geldiğinden beri hava sıcak, ramazan ayı olduğu için kimse onunla yemek bile yemiyor, su kısıtlamalı, istediği zaman akmıyor, evdeki erkek kardeş ne yapmak istese izin vermiyor, yaz sıcağına rağmen özgür, dilediği gibi gidip atamıyor kendini masmavi sulara, gece kumsalda gitar çalan delikanalılar var, aralarında oturmak istiyor ama abi baskısı güçlü çıkıyor, suratını asarak, yine ağzının içinde dolu bir sürü küfürle eve dönüyor. Hiçbir şey ama hiçbir şey düşlerini süsleyen umutlar gibi değil. ‘’Hiç gelmemeliydim!’’ diye düşünerek, ağlayarak yatağa girdiği gecelerle dolu günleri. Üstelik en yakın arkadaşının ölüm haberini alıp darmadağan oluyor, diğer yandan. Evine dönmek istiyor. Daha fazla bu kutu gibi odadaki, ranzanın altında, tıkış tepiş yaşamak istemiyor.
Koyu renkli olanın elini bırakıp ameliyat odasına gözlerini kapatıp girdiği bugüne kadar otuzüç yıl geçmiş bile. ‘’Vermon’ta gideceğiz çıkışında, yoncalar, papatyalar açmıştır belki, süt almak için en yakın çiftliğe gider, süt alırız üstelik,  tamam mı?’’  diyor koyu renkli saçlı olan elini bırakmadan önce; Sarışın; ‘’Biliyorum sütü hiç sevmezsin!’’, diye gülümseyerek elini bırakıp gidiyor gri kapıdan içeri..

11.4.13

HANİ

Hani bir daha böyle canım yanmayacaktı. Hani öğrenmiştim kendimi korumayı. Bir daha uyuşmayacaktı kollarım. Gece uykularımda düşmeyecektim boşluklara. İyiydi hayat, güzeldi hani, tek başıma. Yetiyordum hani kendi kendime. Güzeldi böyle hayat. Alışmıştım yanlızlığa. Kimsesiz çıktığım yollara. Neşeyle attığım kahkahalara alışmıştı kulaklarım. Gaddar sessizliği unutmuştum hani. Birde, şarkıların hiçbir benim için değildi hani....
http://www.youtube.com/watch?NR=1&v=nOo5U-IT_OU&feature=endscreen

SİYAH KUŞ

Pazar yerine bakan, yere kadar pencerenin önünde tül, hafif hafif bir ileri bir geri salınıyor. İkindi güneşi dolmuş odanın içine. Pazarcıların seslerine çocuk sesleri karışıyor. Kadının gözleri kapalı, sırt üstü yatmış. Gül kokusuna karışıyor, karanfil kokusu. Fesleğen, hatmi, defne kokuları dolanıp geliyor taa Pazar'ın öteki yanından. İçinde bir okyanus var sanki uzun zamandır, bir yolbulsa akacak. Bir demire tutunuyor düşmeden önce, bir iki dal dolanıyor eline. Geometrik desenli yer karolarını gözleriyle tekrar çiziyor hiç açmadan gözlerini. Dut ağacından bir orta sehpasının kıvrık ayağı, bunca zaman olmayanları hatırlatıyor. Mavi, beyaz masa örtüleri salınıyor tahta masaların kenarından, ballı tereyağ, ıspanaklı börek. Pazar filesi ve sepetleri var kadının elinde, aç, dolduruyor eline ne geçerse. Üzüm suyu bordo uzun saplı dev kadehte. Sabah saat beş. Yorgunluk yok. Bülbüller konuşmaya başlıyor bir daldan öbür dala. Kafesi aralıyor kadın, usulca salıyor simsiyah kuşu, bülbüllerin arasına. Gün doğuyor. Sesler kesiliyor. Kadın gözünü açıyor.. Hepsi rüyaymış, bitti, diyor.
6''

KASABANIN KÖPEKLERİ

Son sabah kahvaltısı. Kapının önünde valizler. Mutfaktaki masanın üzerinde özenle serilmiş tertemiz örtünün üzerinde seramik, cam kaseler. Henüz geçen yaz yaptığı incir, kızılcık, çilek reçeli ne varsa koymuş masaya kadın. Sütçü Lütfü dayının iki haftada bir bıraktığı kaymak, tereyağının yanında. Henüz iki sabah önce bambaşka bir yerde, başka masada kahvaltı yapmıştı adam. Kadın farkında. O yüzden çantalar kapıda. Ya son olmalı yada sonsuza kadar olmalı diye zarı atmıştı kahvaltı masasına. Diğer kadın aşağıda arabanın torpido gözündeki mesaj kutusunda.
Zarlar dışarı sağa sola savruluyor, eğilip almak istese de adam son yemek misali gözünü ayıramıyor masadan. Kadın biliyor son kahvaltı olmayacağını, bu ders lazımdı, diyor içinden. Yağmurlu bir bahar günü aynı kasabada ayrı odalarda başlarını koyuyorlar ayrı ayrı yastıklara. Mesaj kutusundaki kadının sesi tiz, çığırtkan. Hiç bir anlamı kalmamış. Oyun bozulmuş. Sesler tatsız. Akıl kahvaltıda. Yol yakın. Telefondaki ses kayboluyor. Yağmur tüm şehri yıkıyor, bir baştan öbür başa. Çantalar geri iniyor bagajdan. Tek tek yerlerine yerleşiyor beyaz ütülü gömlekler. Telefon numaraları değişiyor. Kasabada yeni bir kahvaltıya kadar sokaktaki köpekler bile susuyor.

ACIMASIZSIN

Dışarıda kar yağıyor. Kadının üzerinde siyah gece elbisesi, yırtılmış, salonun kenarında kitlendiği duvarın köşesinde, çömelmiş, başı kollarının arasında, gözyaşları adamın kova kova üzerine döktüğü buz gibi suya karışıyor... bitsin artık git, diye, savaşıyor adam. Bitmiyor, gene de gitmiyor kadın. Ayılan adamı sarıp sarmalıyor, geçecek düzelecek her şey diye seviyor. Senin suçun değil, benim suçum diyor, kadın..Adam haklı, yine. Yenilen kadın. Yenilmek orada kalmak çünkü.
Burası cehennem, demiş diğer kadın, dayanamıyorum artık diyor, bir kaç aydır evdeki gergin havaya. Ve gidiyor.Hiç sevmediği, kalmak için mücadele etmediği kapıları bir bir kapatıyor adamın yüzüne.
Kalanla giden arasındaki fark bu işte. Kalan kara, yağmura, çamura, fırtınaya rağmen gitmez. Gidecek olan ise tek bir yel bekler, ya seherden ya batıdan essin, yeter.

6''

RUH


Kayalara vuran dalgalar, köpük köpük. Kayalar ada büyüklüğünde. Neredeyse bahar geldi demişti. Ama hava gene kış. Yere kadar pencereler tüm denizi ve patlayan dalgaları kucaklıyor. İki kırmız deri koltuk var cam önünde. Dışarının soğuğuna rağmen oda neredeyse sıcaktan erimek üzere. Cam yüzeyinden su damlacıkları göz yaşı gibi ağır ağır süzülüyor, daha evvelden kalma yaşlar. Odanın bir yanında köpük köpük kabarmış duygular. Köpükler yüzlerine, gözlerine bulaşmış. Yarı aralık. Bir dergi yerde, kapağında, siyah bikinli bir kadın resmi, yarı aralık gözleriyle bakıyor adam. Eli kolu çekilmiş, halsiz ve yorgun. Tümünü içine doldurmak, dolu dolu, kana kana içmek ve sonra da gerekirse kusmak istiyor. İçinde kaldığı susuz yıllara inat. Kusan kadar doyarsam kurtulurum diye ümit ediyor, nafile. Kumsaldaki mağaranın içine dolan dalgalar, köpüren, taşan sular, hiç ama hiç biri silip süpürmeye yetmiyor içindeki tortuları. Sesler doluyor kulaklarına. Tek bir odanın içinden yükselip gelen. Günlerce çıkmıyor odadan, kimi zaman sigara dumanının sisinde boğuluyor, o zaman aralıyor camı. Kokular uçuşup deniz kokusuna karışıp, tazelenip geri geliyor. Ve baştan başlıyor. Tekrar ve tekrar. Bilmiyor, nafile, boş. Kaçsa da kurtulamaz.

NİSAN'IN ÖYKÜSÜ


Yıldızlar ayağımıza serilmişti. Ben farkında değildim. O fark etti. ‘’Bunlar ne!’’ dedi.
‘’Yakamoz!’’.
Bunca yıl burada yaşadım, hiç böyle bir şey görmedim!’’ dedi adam.
 Ben görmüştüm ama hiç bu kadarını değil.
Deniz çarşaf denen düzlükte, gece sabaha karşı neredeyse. O daha yüksek bir kayanın üzerinde oturuyor, ben suya daha yakın. Kayalara vuran küçük kıpırtılar havai fişek gibi patlamasına neden oluyor yakamoz böceklerinin. Ateş böcekleri gibiler. Bu kış günü, nasılda buldular bizi. Hem de kaçıp saklandığımız bu dağ kovuklarında. Bir Chopin piyano sonatı eşlik ediyor sanki böceklerin kıpırtılarına. Sessizliğin sesi doluyor her ikimizin de içine. Ben aşka tecrübeliyim, o ise acemi, dalmaya hazır sert kayalıklardan taa dibe. Uzun sessizliğin ardından dudaklarının arasından dökülen ilk cümle; ‘’Burada ancak aşık olunur!’’, diyor. Evren mesajını duyuyor sanki. Daha kurumuş ırmak yatağını girmeden sıkı sıkı tutuyor elimi.
 ‘’Benim işim senden zor, sakın bırakma!’’ diyor. Taşlı dere yatağından hiç bırakmadan elimi yürüyoruz. Karanlık zifiri. Dönemece geldiğimizde taş duvarın ardındaki selvi ağaçlarından korkuyorum. Sağ yanımı dayıyorum ona,  ister istemez.
 ‘’Korktun mu!’’diyor.
Aslında, hayır, korkmamıştım, ama korkmak istemiştim, sığınmaya cesaret edebilmek için. Ancak bu sayede gövdemi ona dayayabilirdi. Yıllardır tek başıma dikildiğim kaygan toprakta bir an bile olsa bir yanını dayanmak iyi gelecekti, biliyordum. Chopin melodileri değişti, yağmur damlalarına ayak uydurmak için Beethoven’dan bir senfoni doldu kulaklarımıza. Sağdaki köpekli evin önündeki çamurlardan atlayarak geçtik. Köpek havlamadı bile. Arabanın önüne geldiğimizde, evinde önüne gelmiştik. Gitmek zorundaydım. Karşı tepede, yamaca oturmuş, üç katlı evin, ikinci katının yere kadar balkonlu salonunu ışığı yanıyordu hala. O gecelerce, işte o balkondan bakmıştı, ta bu tepeye. Gelecekte o tepedeki evin alt köşesinde ne yaşayacağını bilmeden. Alıp götürse,  gelmezdim ki, daha ilk geceden. Bırakmakta çok zordu. Arabaya yaslandığımızda gövdeme değen ellerinden tüm sıcaklığımı ve arzularımı ta içine kadar almıştı. Ayakları yerden kesilmiş, ama gitmemem için ikna edebilecek tek bir cümle kuramamıştı. Yağmur damlaları kirpiklerimden boyalarını sürükleyerek yanaklarımdan aşağıya süzülmeye başladı. Artık akıtmayacağıma yeminli gözyaşlarım gibi. Bir iki hamle de koparamadım elimi.  Ama son hamlede hiç düşünmeden elimi çekip yokuş yukarı koşmaya başladım. Kusura bakma diye bağırarak.
Ertesi sabah öğlene kadar çalışma masamdan karşı tepedeki eve baktım. Ne perde de bir oynama ne kıpırtı. Tüm dikkatim dağılmış, yapacağım hiçbir şey kalmamış gibi bekledim, saatlerce, ta ki yokuşun altından arabasının burnu görünene kadar. Araç kapıya yanaştığında evin iki kapısı arasında mekik dokudum, acaba hangi kapı daha çok ifade ederdi ki onca saat sadece onu beklediğimi anlatsın. En nihayeti diğer kapıdan girdi. Korku ve umutsuzluktan iyice büyümüş göz bebeklerimi açarak;
‘’Hiç gelmeyeceksin zannettim!’’, dedim.
NİSAN’IN ÖYKÜSÜNDEN