‘’Yakamoz!’’.
Bunca yıl burada yaşadım, hiç böyle bir şey görmedim!’’ dedi
adam.
Ben görmüştüm ama hiç
bu kadarını değil.
Deniz çarşaf denen düzlükte, gece sabaha karşı neredeyse. O
daha yüksek bir kayanın üzerinde oturuyor, ben suya daha yakın. Kayalara vuran
küçük kıpırtılar havai fişek gibi patlamasına neden oluyor yakamoz
böceklerinin. Ateş böcekleri gibiler. Bu kış günü, nasılda buldular bizi. Hem de
kaçıp saklandığımız bu dağ kovuklarında. Bir Chopin piyano sonatı eşlik ediyor
sanki böceklerin kıpırtılarına. Sessizliğin sesi doluyor her ikimizin de içine.
Ben aşka tecrübeliyim, o ise acemi, dalmaya hazır sert kayalıklardan taa dibe.
Uzun sessizliğin ardından dudaklarının arasından dökülen ilk cümle; ‘’Burada
ancak aşık olunur!’’, diyor. Evren mesajını duyuyor sanki. Daha kurumuş ırmak
yatağını girmeden sıkı sıkı tutuyor elimi.
‘’Benim işim senden
zor, sakın bırakma!’’ diyor. Taşlı dere yatağından hiç bırakmadan elimi yürüyoruz.
Karanlık zifiri. Dönemece geldiğimizde taş duvarın ardındaki selvi ağaçlarından
korkuyorum. Sağ yanımı dayıyorum ona, ister istemez.
‘’Korktun mu!’’diyor.
Aslında, hayır, korkmamıştım, ama korkmak istemiştim,
sığınmaya cesaret edebilmek için. Ancak bu sayede gövdemi ona dayayabilirdi.
Yıllardır tek başıma dikildiğim kaygan toprakta bir an bile olsa bir yanını
dayanmak iyi gelecekti, biliyordum. Chopin melodileri değişti, yağmur
damlalarına ayak uydurmak için Beethoven’dan bir senfoni doldu kulaklarımıza.
Sağdaki köpekli evin önündeki çamurlardan atlayarak geçtik. Köpek havlamadı
bile. Arabanın önüne geldiğimizde, evinde önüne gelmiştik. Gitmek zorundaydım.
Karşı tepede, yamaca oturmuş, üç katlı evin, ikinci katının yere kadar balkonlu
salonunu ışığı yanıyordu hala. O gecelerce, işte o balkondan bakmıştı, ta bu
tepeye. Gelecekte o tepedeki evin alt köşesinde ne yaşayacağını bilmeden. Alıp
götürse, gelmezdim ki, daha ilk geceden.
Bırakmakta çok zordu. Arabaya yaslandığımızda gövdeme değen ellerinden tüm
sıcaklığımı ve arzularımı ta içine kadar almıştı. Ayakları yerden kesilmiş, ama
gitmemem için ikna edebilecek tek bir cümle kuramamıştı. Yağmur damlaları
kirpiklerimden boyalarını sürükleyerek yanaklarımdan aşağıya süzülmeye başladı.
Artık akıtmayacağıma yeminli gözyaşlarım gibi. Bir iki hamle de koparamadım elimi.
Ama son hamlede hiç düşünmeden elimi
çekip yokuş yukarı koşmaya başladım. Kusura bakma diye bağırarak.
Ertesi sabah öğlene kadar çalışma masamdan karşı tepedeki
eve baktım. Ne perde de bir oynama ne kıpırtı. Tüm dikkatim dağılmış, yapacağım
hiçbir şey kalmamış gibi bekledim, saatlerce, ta ki yokuşun altından arabasının
burnu görünene kadar. Araç kapıya yanaştığında evin iki kapısı arasında mekik
dokudum, acaba hangi kapı daha çok ifade ederdi ki onca saat sadece onu
beklediğimi anlatsın. En nihayeti diğer kapıdan girdi. Korku ve umutsuzluktan
iyice büyümüş göz bebeklerimi açarak;
‘’Hiç gelmeyeceksin zannettim!’’, dedim.
NİSAN’IN ÖYKÜSÜNDEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder