7.12.13

PHLADELPHIA

Dönüp dolaşıp yine aynı yere geliyorum. Bir daha gelmem diye yemin bile etmişken, tekrar gözümü dev gökdelenlerin altında açıveriyorum, yorgun sızdığım arabanın içinde. Bu sefer yeni yıl, öncesi tüm binalar renk renk ışıklarla süslenmiş. Dev bir çam ağacı meydanın ortasında. Bir şehir otelinin valesine verdiğimiz araba kentin karanlık, dar sokaklarından birinde kaybolduktan sonra bordo tenteli girişten içeri giriyoruz. Aklım gül yüzlüm dediğinden beri sende, güller karşılıyor kapıda. Sen geliyorsun aklıma. Tebessüm ediyorum güllere. Dipdiri, uzun saplı, lila renkli güller. İçerisinde gelin çiçekleri. Kısa kuyruklu bir gelin iniveriyor asansörden koşarak, kahkahalarla. Yüzüme çarpan parfüm kokusu ve kahkahanın rüzgarı ile uyanmamam gereken bir rüyada sımsıkı tutunuyorum pirinç korkuluklara. Ben geldim, gül yüzlün, kucağımda binbir yaşanacaklarımızla, korkma aç kapını, al hayatına.

The Latham Hotel
Phladelphia

4.11.13

208

Tamam, acı ama genede bir rakamı var hiç değilse. Ne bir, ne on hatta ikiyüzlerde ama olsun, genede bir yerde. Bazen ıssız sokaklar sarar karanlıkta üstünü başını. Ne paran vardır, ne cepte sigaran. Ağır, gacır gucur açılır koca ağaç kapı. Paslı metal koca bir halka. Omuzunla itersin kollarında yüklerle. İlk kapıyı geçmek yetmez, ardında ikinci kapı. Yenilerde yapılmış, kollu kapı açılır. İki adım ötesi çift basamak. İki tane, yan yana tahta yayıkta galoşlar. Basamağın birine oturur geçirirsin ayağına. Yerde yerli dokuma halılar. Ağaç banko ödenen, ödenmeyenler. Gözlerini yerden kaldırmadan hızla çıktığın basamakların gıcırtısı dolar odalara. Senden önce taa dünyanın öbür tarafından gelmiş sararmış saçlı kadınların çıktığı koridorlar mideni bulandırsa da tek kapındır hangi vakit gelsen. Karartır gözünü girersin dik basamaklardan. İki yüz sekizdir çoğunlukla, bilsen de tek tercih edilen o diye. Metal döküm anahtarlığı, anahtar deliğinde çevirir ve kolu aşağıya itersin. Sesler biter bir anda. Kollarında yükler düşer. Ham bez dokuma örtülere bıraktığında kendini başını cama çevirir ve yeşil dalların arasında tepeleri görürsün ufukta. Gözlerin kapanır. Teslim olursun ta bir daha ki sabaha. 

2.11.13

ÇÖMLEK

Kap, kacak olmadan bir kaba sığamamak. Kenarlarında duvarlar, sızdırmaz odalar. Çamurdan, taşa dönüşen yumuşak, yapış yapış şey. Kaolen dendiğinde karın boşluğumda bir ısı. Kile karışan kaolen, karışımı süzen demir yığını. 
Göçmen işçiler. Çamurla aynı renk olmuş üst başları. Bir tablo olsa tamamını sütlü kahveye boya geç. 
Sonra sırala; içinde iki göçmen işçi. Soğuktan büzüşmüş ayak parmakları. Evde bekleyen çelimsiz erkek çocuğu. Kapıdan girer girmez eline bakan iki çipil göz.'' Elinde ne var, ne getirdi.'' Sararmış yüzünde tek bir tebessüm dahi olmayan, son doğumuna birkaç hafta kalmış göçmen karısı.
Yediği çamur, içtiği çamur günler.Mazeretsiz perişanlık.
Tablo tek renk. Çamur rengi. Boş çömlek. Domates suyuna karışmış pirinç taneleri....
6''

1.11.13

GÜMÜŞLÜK

Göğsümün orta yerinde duruyor gene. Sıkıyor.
Ellerimden, avuç içlerimden ince ince terler boşalıyor.
İsmi; Sıkıntı. Çok iyi tanıyorum. Cinsi; Kadın.
Orta yerde oturup, sıkıyor beni. Telaştayım..
Bedenim duruyor ama o içeride telaşta.
Neyi halletmedim? Neyi ödemedim? Ödemeden geldim, ya şimdi ararlarsa? Öf tamda konsantre olduğumda ararlarsa, sıçtım.
Bu yol çok uzun olsun istedim. Tek bir günü bile yaşamak için uçakla oraya, buraya koşan ben, bu kez arabayla gelmeyi seçtim.
Havayollarının, ''çok düşündük, elli dakikaya indirdik uçuşu!'' dedikleri yolu, tam iki gün, iki gecede geldim.
Gözüm hep ibrede. Yüzona çıktıkça gazdan ayağımı kestim. Kestirme tabelalara girmeyip, daha da daha da uzattım yolu. O ivmeyle girdiğim mekanlarda yüzyıllardır aynı satırlarda bekliyen kelimelerle karşılaştığımda ayağımı frene bastım. Ama duramadım. Etrafta lastik kokusu. Kulağımın dibinde saatimin metalik tiktak sesleri. Hala yoldaymış gibi hızla etrafı, sağı solu kontrol edişim.
Duramadım...

MARMARAY

Delik, dar uzun bir koridor, karanlık, kapkaranlık. Çıkışta duvarlar kırmızıya boyanmış. Kıpkırmızı. Burada her şey çok keskin. Karanlık, kırmızı. Yağmur mu yağmış, yağ mı dökülmüş. Yerler kaygan. Ayakta duramıyorsun. Düşmenle metrelerce sürüklenmen saniyeler içinde. Duvarlarda dökülmüş tuğlaların pürüzlü yüzeyleri avuç içlerini yırtıyor sürüklenirken. Nefesin gırtlağında, kalp atışların göğsünün orta yerinde sıkışıyor. Gözbebeklerin karanlıktan simsiyah, iri iri. Zift mi kömür kokusu mu bilemediğin kesif bir koku yayılmış delik boyunca. İlk düşüş bundan senelerce önce, otuz otuz iki yıl önce olmuş. Hiç bakım, onarım görmemiş. Tepede fenerler kirden pastan kandile dönmüş. Kendi etrafını bile zor aydınlatıyor. Binlerce önyargı var içerisiyle alakalı. Her düşen gördüklerine ragmen önyargılara inanıyor nedense. Farazi, öyleymiş gibi yapıyor çıkışta. Kapıya çakılmış kalın, şeffaf plastik dikey perdeler kollarını ve bacaklarını sıyırarak ikiye ayrılıyor ve çıkıyorsun.  

7.6.13

ÖZLEDİM SEVGİLİ

Özlüyorum seni, hiç sevilmemiş bir sevgili gibi özlüyorum, ilk sevilen ve tek özlenen...gözlerime yaşlar birikiyor, seni özlediğimde; gözlerim bulanıyor, göremiyorum ta ki süzülene kadar boynumdan yaşlar aşağıya...hiç huzur bulamamış bir yüreğin hasretiyle sarıyorum kendimi, boşluğunla...içim yanıyor, bir daha yanmaz dediğim dozda...vermeden almak, sevmeden sevilmek olmaz dese de beynimin dar koridorları, kalbimde kaynayan kızıl renkli kan köpürüp ağzıma doluveriyor, sen diye...tek, çaresiz, denizin ortasında, rüzgarsız kalmış yelkenli gibi hissettiğimde; anında anılara dönmüş anlara koşuyorum...karanlık sessiz bir oda, üç eşit dikey pencereye gerilmiş, dantel örgü keten perdelerin arkasında doğanın bedava sunduğu havai fişek gösterisi, açtığın küçük pencereden Sarı Çiçek tepesini yalayarak gelen ıslak rüzgarın kokusu, ıslak saçlarımın üşüttüğü tenim, boynunun altındaki kolum ve göbeğine dolanan ellerimi tutan elin...hafif doğrulmak isteyince sıkı sıkı tuttuğun bileğim...son kez annemden dinlediğim masallardan sonra, güzel sesin ve nefesinle dillendirdiğin öykülerin...kulağımda nefesinin sesi ile ezanı karşılayan sabah..............
6''

5.6.13

PAYLAŞ

PAYLAŞ
Bunca yaşıma rağmen eğitime doymamış bir insanım. Nerede eğitim, orada ben. Değişime inanıyorum. Uzmanlığa da inanıyorum, eğer birisi kendini herhangi bir konuda benden daha çok eğittiyse, saygı duyuyorum ve dinleyip gözlüyorum. Ha bunun yanı sıra yeteneğe ve algı gücüne de inanıyorum. Adam eğitim almamış ama zeki. Sen daha iki kere iki derken dört diyebilenler var, hayran oluyorum. İnsana, doğaya, var oluşa inanıyorum.
Ancak inancım kırılmasın diye bazı zamanlara da hayran olduğum insanların derinine inmemeye çalışıyorum, olmamış yerlerini görmemek için. Bırakıyorum onlar inandığım gibi kalsın diye. Bir seneye yakındır girişimcilik eğitimi alıyorum mesela. Hocalarımı yargısız dinleyip, en sonunda eliyorum, bu hoca tamamdır, yok bu daha olmamış diyerek verilerini değerlendiriyorum. En güzelini yazı eğitimi esnasında aldım. Bir yaratıcı yazarlık çalışmasının toplam on modülünden yedi-sekiz tanesini alabildim. Yıllar sonra olaylara ve insanlara nasıl bakmam gerektiğini öğreten bir çalışmaydı. Dedim ya eğitimi seviyorum ve eğitildiğime de inanıyorum. Öğrendim bir şeyler. Mesela bir yazı yazmadan önce gözlerimi kapadım ve elime verilen nesneyi kokladım. Sonra parmaklarımın arasında dokunarak cismin yapısını çözmeye çalıştım evire çevire. En sonu da gözlerimi açıp kuru bir kayısı olduğunu gördüm. Görme duyumdan önce diğer dört duyumu kullanıp baktığımda algıladığım şeyin nasıl farklı olduğunu kendi kendime görüp öğrendim, diğer duyularıma da ihtiyacım olduğunu. Dokunmak, işitmek, koklamak, tatmak ve görmek. Evet görmek en kolayı. Zaten son yılların trendi görsel algı. Hızı inanılmaz. Ama bazen yanılgısıda.
O yüzden sadece seyirci kalmayın. Gidin dokunun gördüklerinize, biber gazını koklayın, o korkunç seslerin içinde durup dinleyin, ambulans, siren, helikopter, çığlık, metal seslerini sonra dizleriniz titremeye başladığında genç bir çocuğa tutunun. Hatta üç beş gün sonra yorgun düşen beden ve sinir sisteminizle hüngür hüngür ağlamaya başladığınızda hayatınızın akışının ve kararlarınızın nasıl değiştiğine şahit olun birebir. Ve korkmuyorsanız bunları açık açık paylaşın utanmadan, sıkılmadan. İnanın faydası var hem kendinize hem insanlığa.
10''

30.5.13

DOLAP

Hiç sığmadım. Zannedersin ki kat kat elbiseler giyerim. Ne münasebet. Koca kışı bir kazak, koca yazı bir ipekli gömlekle geçiririm. Ama o dolabımın bekçileri hiçbir yere kıpırdamaz. Öylece durur ve o ipek gömleğimi aralarına almamak için direnir dururlar.
İlk çocukluk yıllarım, babamın marangoza çizip yaptırttığı ama neredeyse vinçle o küçücük odamıza sığdırılan, sevimsiz, formika kaplı dolapla geçti. Kapak içine ne sevimli resimler astımsa da; bebek, kedi resimleri, dolap bir türlü sevimli hale bürünemedi. Gelin olup kendi evime taşınırken önce o dolaptan kurtulduğuma sevinmiştim. Ama nafile, hiçte sevindiğime değmedi. Bir dergiden kesip yaptırttığım İtalyan stili siyah, lake dolabım senelerce neyim var neyim yoksa karanlıkta sakladı durdu kıyafetlerimi. Bir lamba koymayı akıl edemedim içine. Daha sonraki evlerim de dolaptan vazgeçip sadece askılarla çözdüm meseleyi. Sonra gene dolap, dolapsızlık derken gittikçe anladım eşyanın bile başını sokacak evmiş derdi.
6''