28.2.13

SABIR

…çok bir şey söylemene gerek yok, sadece yanında ol..öyle boş boş bakın camdan dışarı.
Kumrular konsun camın eşiğine. Elini uzatsın camdan. Sus, hiçbir şey söyleme, sadece yanında ol. 
Öyle mutsuz ki, ne güneşi, ne temiz havayı çekmek istemesin içine. Bıkkınlıkla gidip yatsın ahşap kollu, eski koltuğa, yanındaki tekli koltuğa otur. Dalgalı saçlarına uzatma ellerini, dokunma, ama yanında ol. 
Uyandığında çay demlemiş ol, gidip o alsın, sen koyma bardaklara. Ondan sonra doldur sende bardağını, o zaten koymayacak sana bir çay bile. Al bardağını, nereye gittiyse git, otur, yanında ol. 
Çekip gitme kapıdan. Odalarda saklambaç oyna görmemesi için seni. 
Tüm alem onu terk etmiş olsa bile, gitme yanında ol. 
Gün dönsün, gece olsun. Sabah taze ekmek al gel o uyanmadan, sen kapıyı çektiğinde kalbi yerinden fırlasın ama sen on dakika sonra taze ekmekle masasında ol. 
Senin onunla olduğunca o seninle olacak zaten, farkında ol.
6’’

27.2.13

BADEM AĞACI


Gece kör karanlık. Camı yatmadan önce yarım aralamışım. Tertemiz bir esintiyle uyanıyorum. Henüz bahar gelmedi ama hava bahar yumuşaklığında. Tülü sonuna kadar itip camı tamamen açıyorum. Perde raylarının sesine uyanıyor. Yan dönüyor. Siyah saçları beyaz yastığın üzerinde daha da koyu duruyor. Belki de saçlarının ağardığını hiç göremeyeceğim. Beyaz iş geceliğimin yakaları hafif terlemiş. Eskiden renkli severdim yatak takımlarımı artık hepsi bembeyaz. Sabun kokusunu almak istiyorum uyurken bile. Pencerenin yanında badem ağacının dalları usul usul sallanıyor. Tatlı bir senfoni gibi sesler geliyor ağaçtan. Dikkatlice bakıyorum. Dallar filizlenmiş. Karanlığa rağmen çiçeklerinin pembe olduğunu fark ediyorum. Taze badem kokusu senfoni sesiyle birleşip pencereden odama doluyor.
6’’

23.2.13

BASKI


Hiçte sevilmeyen bir kelime, her ne şekilde olursa.
Hangi hali sevilir bilmiyorum
Baskı görmek, baskı altında, baskı yapmak…
Baskı yapan da, gören de hoşnutsuzdur.
Birde baskının iş hali var.
Taş baskı, ıhlamur baskı, serigrafi baskı halleri. Taş baskı, ofset baskı, serigrafi baskı…
Kök boyasıyla, ıhlamur ağacından oyulan kalıplardaki desenler pamuk yada keten beze basılır.
Örtü olur, yemeni olur, kumaş olur. Dikilir, giyilir.
İşte baskının bu hali renklidir.
Güzeldir.
İçinde sanat olma halidir. Bir diğerinden ayıran farklı ve yaratıcı hali.
Bir Macar Usta, halk bilimci, elime tutuşturuyor ıhlamurdan oyulmuş kalıbı.
Bozuk Türkçesiyle; ‘’Çintemani’’, diyor.
Desenin ismi bu.
Kendi özümden gelen bu deseni bana öğretmeye çalışıp, benim reddettiğim,  kale almadığım bu kültürel mirası benim yerime yaşatmaya ve korumaya çalışıyor, baskıyla…
6’’

BEYİN

Salatasını geçenlerde ilk defa yedim desem yeri var. 
Önce ; ’’Ay çok iğrenç!’’ desem de, ikinci gün aynı işkembeciye gittiğimizde, ben kendi adıma sipariş verdim.
Altında yeşil, taze marul, üzerine sıkılan limonla, ağızda dağılan, yağlımsı tadı ile nefisti.
Beynimiz bir yağ kütlesi mi ? Yoksa yediğim bir koyuna ait olduğu için mi, yağlı.
Oturmaktan yağ bağlamak gibi!
Televizyon karşısında saatlerce oturduktan sonra bu derece yağlı bir tadı mı oluyor insan beyninin de?
Onu bunu bilmem ama koyun beyni lezzetliymiş. Belki bir gün insan beyni yersem aradaki farkı anlayabilirim ancak.
Çalışınca kas tutar mı?
Çok çalışan beyin yenmez belki, çiğnersen sakız gibi kas mıdır ki?
Bilemiyorum.
Kas ise beynimiz beş para etmeyeceğe benziyor öldükten sonra bile. Şu mübarek koyun, kuzunun yaşarken kıymeti yokta, öldürülme hallerinde durumları pek bir iç açıcı.
Yürek, dalak, dil, beyin, işkembe, paça her bir parçası işe yarıyor.
Beynin yağ bağladıysa, ne yaşarken ne öldüğünde hayrın yok anlayacağın.
6’’

22.2.13

SALİH'İN KAHVESİ


Bir gün önce ilk defa adım attığım kasabanın bedesteninde gördüğüm meşelik kahvesinde mola verdim. Salih sol yanağındaki derin kesik izini bir mağara çatışmasında almış. Ölçüp biçmeden anlatıyor yaşadıklarını.
Tam bu esnada Mustafa Amca girdi kahvenin kapısından. Kimim neyim hem merakından hemde heyecanından lap diye daldı muhabbetin ortasına.
İki oğlunu da suya vermiş, biri onsekiz diğeri kırksekiz yaşındayken. Hacı kadın o vakitten beri iyi değilmiş.
''Evde duramıyorum!'' diyor, Salih'te vakit geçirmesine mazeret gibi. ''Adı hacı ama ne abdest, ne namaz, okumak yok, zır cahil, annem bir cahilden birde zerhoştan kork derdi'', diyor. Yaşı 86.
''Buralar vaktiyle Çayırlıoğullarınındı,'' diye anlatmaya devam ediyor. ''Atatürk, Çayırlıoğlu'na sormuş ne kadar askerime bakabilirsin?'' diye. Oda en az altı ay, en çok altı yıl bakarım!'' deyince Atatürk Ayaş'tan ötesine el koymuş. O yüzden Beypazar'ı o vakitler Atatürk'e ayak diretmiş. Ardından Atatürk'le İnönü kafa kafaya vermiş, devletten zengin bu aileyi nasıl bastırabileceklerini düşünmüşler. ''İnönü yol yaptıralım!'' demiş. Öyle de yaptırtmışlar. Ayaş'tan Nallıhan'a kadar kazma kürek yol yapan Çayırlıoğulları'nın böylece serveti bitivermiş.
''Atatürk'te cesaret İnönü'de de siyaset vardı!'', diyor Mustafa Amca. Ardından Churcill, İnönü kıyaslaması yapıyor, İnönü'nün ne kadar akıllı olduğunu pekiştirmek için. Churcill bir sanduka buğdayı İnönü'ye yollayıp, ''bizim askerlerimiz işte tamda bu kadar'' demiş. İnönü'de sandığın içine bir horoz koydurup geri göndermiş, yol boyuna buğdayı yiyen horozu gören Churcill'e elçi, ''bizim bir askerimiz sizin tüm ordunuza yeter!'' demiş.
Mustafa Amca kahkahalarla anlatmaya devam ediyor.
Ağzında dişleri tam.
Hacı kadın bir yana, kendisine iyi baktığını söylüyor ve derin bir of çekiyor.
'' Köye gitmek istiyorum buraların ne havası ne suyu temiz artık diyor!'' bana pekte iyi gelen Beypazarı için.
Sohbet, meşe odununda pişen kahvenin kokusu ve çekilen resimlerle veda ediyorum Salih'e, Mustafa Amca'ya ve şirin kahveye.
BEYPAZARI 2013

21.2.13

MASAL EVİ

Ahşap yuvarlak masa. Tabak rafının hemen altında. Şöminenin ateşi yüzüme vuruyor. Tek yanağım pişiyor. Ara ara başımı kaldırıp ateşe ve oradan da o iki yüksek sandalyeye bakıyorum. Sonra karşımda konuşan adamın sözlerine dikkatimi veriyorum tekrar. Duvarlar hala yeşil, inatla. Bunca yıl değişmeyen ambiyansı ve detyaları ile herşey, hala aynı. Müzikler farklı ama belki de gündüz saat beşte hep böyle çalıyordu eskiden de. Benim geldiğim zamanlar saat sekiz-sekizbuçuklar olsa gerek. Gözümü kapatınca ateş, taş duvarlar, koku İskender limanının üzerindeki köye götürüyor beni ışık hızıyla. Özledim mi ne?
Taş kuyunun lambası yanmıyor. Ara ara kafamı uzatıp kuyunun dibinde ne göreceğim diye bakmam lazım ama işte olmuyor.Görünmüyor.
Duygular uçmuş gitmiş, sadece anılar var sağa sola serpilmiş. Tahta bankoyu elliyorum. Geçmişe dokunur gibi. Sert, hissiz aynı sen ve ben gibi.
6''

19.2.13

SAŞA


Boyum yemek masamızın neredeyse bir karış üzerinde olduğu yaşlarımdayım. Bordo ceviz ağacı kaplamalı, formika, parlak yemek masamız.
Salonla, oturma odamızın hemen arasında, yemek odası olarak ayrılmış alanın tam ortasında.
 Akşam yeni yıl kutlanacak.
Babam yine bir sürü yabancı mühendisi davet etmiş. Birisi çek aile. Karısı o kadar sarışın ki hepimiz merak ediyoruz, onunla oturup konuşmayı. Tek tük Türkçe kelimeler kullanabiliyor.
 Adı Saşa.
Eşi Türk.
Annem o bomboş buzdolabından yine mucizeler yaratmış.
O tarihlerde Amerikan servis ne demek bilinmezken, kırtasiyeci Recep Hocadan renkli jelatin kağıtlar alıp, her bir tabağın altına farklı renkte jelatin kağıt sermiş. Sahte hindi dolması tam ortasında masanın, urganla diktiği koca tavuğun içinde kestaneli pilav olduğunu söylüyor. Babam çat pat Almanca, çat pat Fransızcasıyla konuklara izah etmeye çalışıyor Türk yemeklerini ve mezelerini.
Yemeğin tam ortasında ikisi de kaybolup, babam ağa kostümü annemse bindallısıyla gelip dans ediyorlar. Salonla yemek odasının arasındaki, farbalı tül bölmeyi tiyatro sahnesi gibi kullanıp şov yapıyorlar.
Saşa kahkahalar atıp alkışlıyor annemi. Bir Saşa’ya birde anneme bakıyorum, ben Saşa’ya hayran o anneme.
6’’

UYANDIRILMAK


Hepsi bir avazda ayağa kalktı. Renklerin en koyularına bürünmüşlerdi. Siyah simsiyah, yeşil nefti, kırmızı bordoydu. Karanlıktan yüzleri gözükmese de biçimlerinden ne kadar korkunç oldukları anlaşılıyordu. Yıllardır sevdiğim dediğim şeylerdi. Ev, eşyalar, çocuklarım, arkadaşlarım hatta annem, babamlardı. Ama işte hepsi bir olmuş çepeçevre etrafımda o koyu renklerle devleşmiş ve bir ağızdan bağırmaya devam ediyorlardı. Uyan artık, uyan mı? diyorlar, anlamasam da açtım gözlerimi.
Vücuduma şırınga edilmiş sevgi denen o korkunç zehrin etkisi neredeyse geçmek üzereyken uyandım. Tüm bu canavarlardan kaçmak zamanı şimdi.
Ta ki kanım temizlenene ve yeni zehirleri kana kana içmek isteyene kadar.
6’’

18.2.13

TUTUNDUKLARIM


Bir masala tutunmak, altın serisinden.
Zümrüdü Anka kuşu mesela.
Sen o sarayın hapishane gibi gördüğün bahçesinde oturmuş ağlarken, taş havuzun kenarında yanına gelir. Kanatlarına tutunup, tırmanırsın sırtına. Havalanır.
O yıllarca saray zannettiğin bahçe küçücük kalır ayaklarının altında.
Kanatlarını çırptıkça ağır ağır, güçlü ve sakin, yeni vadiler, denizler, dağlar geçersin.
Hiç bilmediğin bir ülkeye götürür bırakır seni. Bilirsin gitmez, kıyısında bekler düşlerinin.
Oradaki kapıları açarsın bir bir.
Orada herşey ama her şey, tamda düşlediğin gibi bekler seni.
Uyanmak istemezsin. Geri dönmek. Ardında bırakmak istemezsin.
Elinde altın seri, sayfaların arasında unuttuğun parmağın, uyanırsın çalar saatin sesiyle.
Üst üste koyarsın kitabını ve diğer akşamı beklersin.
6’’

PERŞEMBE


O eski mahallede, çingene pembesi, etekliğinin ucunda püskülleri sarkan, yeşile boyalı köşe evde yaşıyordu Perşembe. Pis bir yeşildi bina o yüzden eski olmasının yanında birde çirkin olması cabasıydı.
İkinci katta, tahtaları eskimiş çerçeveli pencerenin içine yerleştirdiği sert minderlerin üzerine dirseklerini dayararak otururdu. Sabahın erken saatlerinde geleni geçeni seyrederdi. Sabah olmasına rağmen çekirdek çitletir, avucunda biriken çekirdek kabuklarını yanıbaşında pencere demirlerine astığı torbada biriktirirdi.
Kış sonu,  güneşin pırıl pırıl doğduğu bu sabah, camın önüne ektiği sümbülleri açmış, kendi burnuna dolan koku sebebiyle tüm mahalleye bahar gelmiş gibi hissediyordu.
Köşe dairedeki kadın sabah ondan da erken çamaşırlarını ipe sermiş, sümbül kokusu mis gibi sabun kokusuna karışıyordu.
Herşey eski ama hava tazeydi.
6’’

AHA MOMENT


En son dakika geliyor 110. Tamda vazgeçtiğim anda. Bunca bekledikten sonra tıka basa dolu olur desem de, tenha boş. En açılı koltukta bana denk düşüyor. Birkaç durak sonra boy boy birbirine benzer üç kadın biniyor, küçüğünden büyüğüne sıralanmış. Kız çocuğu, anne, anneanne. Otobüsün ortasındaki alana dağılıyorlar. Dikkatle inceliyorum. Hepsi birbirine nasılda bu kadar benziyor.
Küçük kızın kafasına mavi keçeden kar tanesi konmuş. Kafasında kocaman.
Kış konsepti çantasında da var. Kırmızı beyaz yün örgü, kar tanesi desenli çantası. Koyu pembe adidas ayakkabılar var ayağında.
Öyle soğuk ki üzerindeki tüm desenler tahmin ediyorum ki birkaç gün önce kar tatiline filan gitmişler. Sömestre tatili ya!
Kızın kucağında bir demet çiçek. Pembe krafta sarılmış. Bana doğru aniden dönüyor. Kucağındaki sümbül kokusu doluyor burnuma.
İşte o an diyorum; aha bu! Beni otobüsten, şehirden kopartan koku, aha bu!
6’’

AÇIK KALANLAR


Herşeyin ucu açık, sonu yok gibi.
Yaşarken etrafımıza serptiğimiz her şeyin bir ucu açık.
Kalem, bir ucu açık.
Sigara, bir ucu açık.
Demlik, bir ucu açık.
Üçü bir araya geldiğindeyse kelimelerin ucu açık.
Kapanması hali, olmama halimiz.
Kapıların kapandığı, telefonların kapandığı, mezarın üzerine toprağın kapandığı.
İşte o halden geri dönüşümüz yok.
Ya öyle mi? Ya o toprağın üzerinde de toprağa karışmış tohum patladığında. Zambak, çiğdem, kardelenler fışkırdığında.
Neyin üzeri kapanabiliyor ki.
Ya bitirebildiklerimiz ne  ki, göçmüş, gitmiş, bitmiş, ölmüş dediğimiz de bile çiçekler fışkırabiliyorsa topraktan.
İşte o yüzden her şeyin bir ucu açık.
6’’

11.2.13

BİLİCEN İŞTE !

Turuncu bir kazak. İnce saç örgüleri var boyuna. Makine örgüsü, el örgüsü değil. 
Sırtı dönük giriyor kadın içeriye. 
Kalabalık. 
Ayağa kalkmış, el kol hareketleriyle, hararetle birşeyler anlatan adamı tamda masaya otururken fark ediyor.
Son derece düzgün fiziği olan orta yaşta bir adam. 
Kim bu, kim, kim, kim diye düşünüyor.
Adam hiç durmadan konuşuyor, ara ara kendisini anlatıyor.
Bir oğlu var.Ona benziyor.
İki tonda kahkahası var. Birinde dişleri hafifçe gözüküyor.
Dişleri düzgün. En derin kahkahası bu olsa gerek derken, ikinci kahkahası patlıyor. Burnu yukarı doğru kısılıyor, üst dudağı diş etlerinin üzerinden yukarıya sıyrılıyor. Kahkahanın ne kadar derinden ta içten geldiğini anlayabiliyorsun yüz ifadesinden.
Çok yakışıyor.
Bu gülümseme onu ta üniversite yıllarına okul kantinine taşıyor.
Erkek arkadaşlarıyla Ankara'daki mühendislik fakültesinde şakalaşıyorlar. Kol kola girmişler sıkı sıkı. Duvar gibi kantinin girişinde dikilirken kız içeri giriyor. Oğlanın üzerinde turuncu shetland kazak. Kızın saçları uzun, lüle lüle. Göz göze geliyorlar. Hiç tanımıyorlarmış gibi birbirlerine bakıyorlar. Oğlanların hepsinin bakışları delici. Ama turuncu kazaklı olanın bir başka. Duvar yana dönüyor, yol veriyorlar ve kız yanakları kıpkırmızı geçiveriyor önlerinden. Aynı bugünkü gibi.

6''

KAFES

-Küheylan mı? Nasıl yani ?
-Küheylan işte! Küheylan yok mu.
-At gibi mi yani? Neyse, ben eve dönünce bakarım ne demekmiş. Uzun zaman oldu, aramıyorsun! Çelişkiye kapılıyorum, ne bileyim.
-Olur mu! Az kaldı, geleceğim. Bir salıverseler. Burası çok soğuk. Bütün gün çalıştırıyorlar. Akşamları da adam halimizle çamaşır yıkayıp, yemek yapıyoruz. Zor be hayatım, zor! Hem ayrılık, hem buradaki mücadele. Ama az kaldı, bitecek.
Kadın içinde yaşadığı zorluklardan hiç bahsetmiyor. Üstünkörü cevaplar veriyor. İşe gidiyorum, yazıyorum. Hatta geçenlerde senden bahseden bir yazı bile yazdım. Politik filan değil canım korkma. Aşk sadece aşk.
Sessizlik birşeyleri anlatmaya yeterli mi, bilmiyor ama deniyor.Keşke bilse diyor, bilse belki o zaman daha duyarlı olur mu kadına karşı. Yok olmaz, olamaz.
Erkeklerin yapısı buna müsait değil. Kutu içine koyamazsın onları. Kendilerini kapana sıkışmış hissederlerse vazgeçerler.
Halbuki kadın, hiçbir mecburiyeti yokken tıkmıyor mu kendini o karanlık kafeslere. Nedenini bile unutarak.
-Karanlık, heryer karanlık !
6''

9.2.13

ARZU

Eski dostlar, arkadaşlar, a valla yerini kimse dolduramaz, bu saatten sonra samimi arkadaşlık zor, hatta mümkün değil, eski dostlar gibi olmaz dediğimiz arkadaş tariflerimiz vardır. 
İşte bunları yıkıyor bu kadın, onu tanıdığımda...
Bir iki oturup konuşmuşluğumuz var, gerisi yok.
Resimlerden tanıştık biz onunla. Ne fazla söz, ne fazla görüşmemiz olmadı, ama işte öyle rahat rahat, elini kolunu sallayarak gelip oturdu hayatımda bir köşeye.
Bir yılı doldu dolmadı, arkadaş fotoğraflarımın olduğu siteye düştü resimleri. Mağaradan otellerin olduğu bir şehirde. O ve kocası, yatağın ortasında henüz serpilmeye başlamış kızı ile beraber resimleri. Dikkatlice incelediğimi hatırlıyorum fotoğraflarını. Mutlu bir aile var resimde. Benim sahip olmadığım o üçlü tatil resmine imrenerek baktığımı hatırlıyorum.
O resimlerden bir yıl önce tanıdım. Ortaköy'de bir toplantıya devasa kamerası ile gelmiş, o güne kadar benim çekmeye çalıştığım fotoğrafları çekimleriyle üçe beşe katlamış ve ilk böyle dikkatimi çekmişti. Sanki dev bir holdingde üst düzey bir pozisyonda çalışırken ; aman bana ne, umurumda mı dünya diye, her şeyi bırakmış ve kendini böyle entel dantel işlere verivermiş gibi gelmişti. Epey kiloluydu, buda rahat bir hayatı olduğunu ispatlıyordu. Yaşı da kızı küçük olmasına rağmen epeyce büyük gibi gelmişti bana.
Yanılmışım hemde nasıl. O fotoğraftan kısa bir süre sonra eşinin taziyesine giderken herkes, ben gidemedim. Aylar sonra tesadüf karşılaştığımızda teselli edici bir iki kelime bile söyleyemedim. Masanın bir ucunda acıyla kısılmış göz kenarlarından yaşlar akarken, yaşının nasılda küçük olduğunu fark ettim. Hatta hiç büyümemiş bir bebeğin yüz detayları varmış yüzünde. Minicik bir burun, kırmızı dudaklar.
Hiçbir şeyi kaybetmemiş gibi tutuyor hayatı. Kendisinden çok arkadaşları için çabalayıp duruyor. Kızı babasızlığının öfkesiyle boğuşurken o arzularının yarı yolda kalmışlığını hazmetmeye çalışıyor. Hiç anlamamışım.
6''

6.2.13

VOLTA

Eline aldığı taşı parmakları arasında çevirip, görebileceği bir mesafe ayarlıyor. Elleri çok güzel. Parmaklarının ucuna doğru, dışa, hafif bir kırılması var. 
Başını hoş bir açıyla arkaya devirip, gözlüklerini burnunun ucuna kadar indirip gözlüğün üzerinden taşa bakıyor. 
Üst dudağı hafif kasılmış ve ileriye doğru uzamış. Sanki ürkütmek istemediği bir balığı öpmek ister gibi. Öteki eli gözlüğünün sapında, daha net görmek için ileri geri kaydırıyor. Siyah taşın üzerindeki beyaz benekleri inceliyor bir doktor edasıyla. Varsayımları var beyaz lekelerle ilgili. Tahminleri hep doğru. Kafasını taktı mı bir meseleye çözmeden bırakmaz. Kadının en çok hayran olduğu yanı bu. Taşı elinden bırakırken tüm ifadesiyle sanki seni geri alacağım diyor. Düşünceli olduğunda elini arkadan kavuşturarak yürüyor.
Bir babasında gördüğü bu rahat, dingin yürüyüş şekli birde bu adamda var. Üç parmağını diğer elinin iki parmağıyla kavrıyor ardında. Saatlerce yürüyebilir böyle.
Kadın, adamın elini diğer elinden ayırıp parmaklarının arasına sokuyor parmaklarını. Diğer elinde kıskanıyor elini. Baktığı taştan, o taşı ellemesinden, herşeyden ama herşeyden kıskanıp konuyu değiştiriyor.
-Yağmur mu yağacak ne?

6''

RADYOLOJİ

İki küçük çocuk. İkibinbeş doğumlular. Bir kız bir oğlan. İkizler. Oğlan kız göre daha küçük. Kız mor kadife bir pantolon giymiş. Renkli örgü hırkalı. alagarson kesilmiş saçlarını tek taraftan tokayla tutturmuşlar. Kemik dereceli gözlükleri var. Erkek çocuk siyah mont, siyah pantolonlu. Boğazında fıstık yeşili atkısıyla şık. Anne genç ama şişman. Oda siyahlara bürünmüş. 
Boylarının zor yetiştiği radyoloji bankosunda anneleriyle bankoda görevli kızın arasında geçen konuşmayı dikkatle dinliyorlar. Kadına damardan renkli sıvı enjekte etmeyi teklif ediyor hemşire. Oğlanın gözleri kocaman açılıyor, olmaz! diye.
Anne rahatça soruyor, sakınmadan, ''acır!'' diyor. Çocuğun gözleri daha da açılıyor. Kadın rahat rahat tekrar kullanıyor aynı kelimeyi.
''Acır!''
Sus, sus, sus diyorum içimden.
''Acır, acırsa dayanamaz!''
Çocuk ağlayıp yerden yere atıyor kendini. Annede tepki yok.
O sadece kendisiyle ilgili olan kısımda.
''Nasıl zapt ederim!''
Asıl korkan anne. Kendi canı acıyacakmış gibi, duygusunu apaçık dile getiriyor.
Böyle net mi olmalıyız diyorum bazen, çocuğun dahi olsa aldırmadan.
Hep çocuklarımızın acıyla, üzüntüyle arasına duvar örmeye çalışmadık mı? Sonra da o duvarların altında kalan bizdik.
Asıl kelimeleri kendimize, yedekleri onlara saklamadık mı?
6''

SİL BAŞTAN

Bir deste kağıt. 
İskambil kağıdı. 
Önce ikiye bölüyorum. 
Sonra üst üste koyup karıyorum.
Karmaşası yetmiyor, içi içe geçirip tekrar tekrar karıştırıyorum. 
Yan yana açıyorum rakamları gözükecek gibi. Kafamda bir rakam var. Bir türlü gelmiyor. 
Sıkılıp diklemesine dört duvar yapıyorum. Kartlar birbirinden destek aldığı için dört duvarda ayakta durabiliyor. Sonra üstlerine bir kart, ardından yanına yeni bir oda ekliyorum. İkinci hatta üçüncü katını çıkıyorum. Her katta biraz daha hassas biraz daha korkak biraz daha dikkatliyim. Nefes alışverişlerim bile daha dikkatli artık. Elimin rüzgarından bile sakınıyorum. Karttan kule ayakta durdukça heyecanım artıyor. Bir kat daha çıkabileceğime bile inanıyorum. Ayağa kalkarak devam ediyorum.
Bir kart, bir kart daha.
.....
Bir anda yıkılıveriyor koca kule. Devrilen kartları kucaklamaya çalışıyorum., uçuşarak dağılıyorlar. Yapabileceğim hiç birşey yok. Masanın üzerinde dümdüzler.
Başladığım noktadayım tekrar.
Ben, kartlar, masa...hayal kırıklıklarım....
6''

KEMKÜM

Sesini duyunca acemileşiyorum. Sanki onca cümleyi kurabilen ben değil mişim gibi, kekeme oluyorum. Dilimden dökülen kelimelere hayret ediyorum. En berbat kelimeler nasılda birbirini kovalıyor. İki düzgün laf etsem ardından gene saçma sapan birşey geliveriyor. 
Yakalıyorsun beni gene dağların başı bir yerde, kem küm ediyorum ama hiç soluksuz, kelimelerin üzerine basa basa soruyorsun, neredesin, ne işin var, hemen dön, rahatsız eden var mı, diye. Sorma diyorum, sorma çünkü cevap veremiyorum, tıkanıyorum. Ben olmaktan çıkıp başka biri oluveriyorum sen sorunca. 
Neredeysem bulup çıkartıyorsun beni, kaçamıyorum senden. 
Bin yıldır beni tanıyorsun sanki, bende seni...

ARHAVİ

Bir bebeğin ki kadar kan kırmızısı dudakları, etli. Düzgün, bembeyaz dişlerinin kavisi dudaklarına anlamsızca yakışıyor. Boynu neredeyse kafasıyla aynı kalınlıkta. Armut kafalı. Burnu bir çocuğun olabileceği kadar güzel. Uzun boyu ve düzgün yapısıyla çarpıcı. Bol cepli montu ve pantolonuyla tarzını hemen belli ediyor.
Elleri tanıdığım en güzel eller. Parmakları haddinden fazla uzun, tırnakları bu müthiş tablonun imzası gibi.
Coşku dolu. Henüz kırklı yaşlarda olsa da yüreği bir çocuğun muzurluğunda kalmış. Sevdiği birşeyler yaparken, içi içine sığmıyor.
Fotoğraf çekiyoruz beraber. Elimden kapıyor kamerayı bildiği şeyleri gösterebilmek için. Biri boynunda diğeri elinde, coşkusundan geri vermiyor çocuk gibi.
Kasıtlı kızdırıyor beni, kızdığımda yumuşatmak için şımarıklık yapabilsin diye.
Biraz yürüsek diyor, sekiz saat yürütüyor. Kan ter içinde çıkarttığı değirmen kahvesinde soba başında kendi elleriyle soyup giydiriyor. Eli hep üstümde. Bazen sıkılsamda genede inatla saçımı, üstümü, başımı düzeltiyor. Gülüyorum.
Kim varsa tanıdığı coşkuyla tanıştırıyor beni. Her seferinde kim olduğumu uzun uzun anlatmak istiyor. Kimmişim dönüp dinliyorum. Kendimi tanıyamıyorum o anlattığında.
Lokmaları tek tek hazırlıyor yemem için.
Ufacıcık meselem onun için dünyanın en önemli sorunu oluyor çözülmesi gereken.
Bazen elime atkısı geliveriyor. Kazara burnuma götürüyorum. O kokuyor. Okyanus gibi, ıssız bir ada gibi. Gözlerimi yumup koklamaya devam edersem sarhoş oluyorum, gündüzün bir vakti. Silahlı, tabancalı oyunları seviyor. Bana bakan biri olursa iki parmağıyla nişan alıp ateş ediyor.
Bir oğlunu seviyor bu hayatta, birde beni.
Hiç uyanmak istemediğim bir rüya gibi.

6''

ÖRDEK

Bir yakamozlar vardı, bir sen.
İlk defa görmüşsün yakamozları, öyle diyorsun. 
Kış günü gördüğün yakamozlar, bir çift buğulu göz ve titreyen dudaklara aşık oluyorsun fütursuzca. 
Son birkez daha görebilmek için yüzelli kilometre geldiğin yolu, geri dönüyorsun, söz alabilmek için. Verilecek sözüm yok ki.
Kapatıyorum telefonları, mektupları reddediyorum. Bana eski bir hikayeyi anımsatıyorsun. Yaptığın taş evleri gezdirip öyle bir evde yaşlanmayı vaad ediyorsun. Kapıda kepçen ve araban var, ben bu hikayeyi biliyorum, olmaz! diyorum. Tek bir nedensiz terk ediyorsun evini. Kimseye sormadan. Günlerce saz çalıyorsun telefonların ucunda, tek bir umut için. Bir sahilde ördek besliyorsun bizim için. Ben gelirsem yemlerim diye. O çok tanıdık kutsal duyguna hürmet ediyorum ama yardım etmiyorum. Aylar geçiyor. Tüm çabalarımı boşa çıkartıp, karşıma dikiliyorsun, ''ben geldim!'' diye.
''Gelme, ben mi gel dedim, gelme, iki paket sigaranıda al git!''...
6''

HİSSETMEK-HİSSETMEMEK

Elini ateşe sokarsın, önce hiçbirşey hissetmezsin. 
Ta ki elini ateşten çekipte oksijenle tekrar temas edene kadar. 
Ne yandığını, ne kavrulduğunu, ne de kül olduğunu anlamazsın. İçinde yanar durursun. 
Kül olmadan geri çekersen işte o zaman durum fena.
Kaçıncı derece yanık olduğun tespit edilir, yanığın derinliğine göre. İleri dereceyse asla düzelmez yanık yerin. Hatta öldürücü olabilir. Öldürür. 
Daha hafifi düzelir ama kalıcı iz bırakır. 
Birde öyle üstün körü yanıklar vardır ki bir iki ay sürer yada sürmez çekip gider. 
Hatırlamazsın bile...
6''

LODOS

Suya sabuna dokunmaz, etliye sütlüye karışmaz ama gerekirse etide sütüde getirir kapına koyar. İşte o, benim ağabeyim. Varım diye ayağını yere vurmaz ama öyle bir yerde arkanda durur ki iskele gibi. Seni kıyıya vuran dalgaların arasında ipini atarsın, o yakalar. Yarı beline kadar fırtına, lodos demez, boğulur muyum diye düşünmez, dev dalgaların ittiği sandalla, iskele arasına girer. İskeleye bağlar iki başını, bir baştan, bir kıçtan, araya yumuşak minderler sıkıştırır. Deniz süt liman olana kadar. Sen uyuya kalırsın, uyanırsın ki o oturmuş bekliyor.
Bazen bagajdaki stepnedir. Lastik nerede patlar bilemezsin. Karlı bir dağın başımı, kurak Konya ovası mı bilinmez, patlar lastiğin, elin stepneye uzanır, işte oradadır. Kriko olur altına girer aracın, stepne patlaksa cankurtaran olur.
Lokmasını çalmışsındır, küçüksün, arsızsın diye.
Yatağını kapmışsındır, bisikletini kaçırmışsındır. Bilirsin istesen verir ama sen illa tepkisin istersin, belkide vursun, kırsın.
Sabrına sinir olursun ama o yine sessizdir, sakin.
Kimbilir ben mi çok zorladım altından canavar çıksın diye, çıkmadı işte, o hep öyle sessiz, sakin bir göl gibi....
6''

FİL

''Üstüme bir fil çöktü, o yüzden seni aradım'' diyor telefondaki tiz ses. Fön makinasını kapattırıp tanımaya çalışıyor kadın.
''Ben, ben yörük olan'' diyor, sarışın, kendini konsolos iti diye tanımlayan çocuk. 
''Düşündüm kim iyi gelir diye, sen aklıma geldin,'' diyor. 
Sesini duyması bile kahkahalar atmasına yetiyor kadının. Öyle tatlı, öyle komik ki. 
''Çok daraldım, bunaldım, ne olucam ben!'' diye devam ediyor. Karısı güzel, hayatı güzel ama işte bu ablası yaşında, kahkahalarla dertleri iteleyen kadından medet umuyor.
Önceleri korktu kadından. Bu can, ciğer muhabbetini kavrayamadı bir iki gün. Sonra baktı kötü birşey yok. Dopdolu dolunay günü sahilde koca bir şişe şarap içtikten sonra üst başlarıyla denize girip, rüzgarları bile birbirlerine değmeden saatlerce yüzüp dertleştiklerinde daha iyi anladı, Konya'lı olsada kadından dostun en iyi dost olabileceğine. Annesiyle bile edemeyeceği muhabbeti etti o birkaç günde.
Daha sonra coşkulu bir iki telefon görüşmesinde kadın onu sevdiğini söylediğinde de tırstı..ta ki üzerine oturan o filden kurtulmak istediği güne kadar. Bir iki cümleden sonra fil kalktı, kanatlarını taktı, neredeyse kelebek hafifliğine kavuştu ve terk etti deli mi, yörük mü olduğu belli olmayan sarışın çocuğu.
6''

KELİMELER

...balonların üzerinde kelimeler var. 
Her renk balon ve rengarenk kelimeler...her kelime ipinden kopup uçmaya başlıyor...yükseğe daha yükseğe çıktıkca altındaki yeşillikler büyüyor, okyanus mavisi derinleşiyor...sonra en tepede patlıyor balon, içindeki oksijeni bırakıyor gökyüzüne ve ben derin bir nefes alıyorum...

BEYHAN

Kimse alınıp gücenmesin. Ama ilk adımlarımı attığımda elimden tutan, minik, bıcır bıcır kız çocuğu. Ona güvenmişim. Bir yaş küçüğüm diye beni o kolluyor. Gözetiyor. Yazamıyorum, yardım ediyor. Oda henüz altı yaşında olduğu halde sen küçüksün ya ondan deyip moral veriyor. Bahçede seksekte, üç taşta hep o en iyi. Banada iyi olmayı öğretiyor. İp atlamada ve yakar topta bir numara. Banada öğretmeye çalışsa da, işte onlarda asla eline su dökemiyorum. Asla kıskanmıyor. İki parmağı olsa birini veriyor. Ara ara başka arkadaşlara heveslense de benim ardında kalan küskün gözlerime hiç dayanamıyor. Çekip elimden aralarına sokuyor. Duvarlara, sıralara kalp yapıp içlerine isimlerimizin baş harflerini kazıyoruz. İlk aşkımız gibi. O bize gelebiliyor. Ama o başka evlerdeki arkadaşlarına gittiğinde ben gidemiyorum ya, deli oluyorum. Ertesi gün yumuşatarak anlatıyor, ben kıskanmayayım diye. Telefon konuşmalarına hep fobim olmuştur. Ne telefon açabilirdim ne kapı çalabilirdim o yaşlarda. Rahatsız mı ederim, uyuyorlar mıdır, ya da noldu, ne var diyecekler diye. O yüzden telefonun başında beklerdim, işte tam o sırada arardı. Kütüphanenin içine yuvalanırdım, o anlatırda anlatırdı. Kız gibi sohbet etmeyi ondan öğrendim. Kızlar sohbet ederlerdi. Yeri gelir savunurdu beni, arkasına alır, elini beline koyar, çatır çatır boynunu iki yana kıra kıra kavga ederdi. Benim için.
Ben mi böyle hatırlıyorum. Yoksa gerçekten böyle miydi bilmem, ama benim gözümde o buydu işte !
6''

MİKROFON

..perişan oldum senden sonra, perişan oldum, dedi kadın...tamda senin söylediğin gibi, ya sen? dedi, telefondaki adama. 
Adam sessizdi, cevapsız...söyleyecek ne vardı ki.
Herşey geçip gitmiş hatta kadını hatırlamıyordu bile.
Bol makyajlı yüzünden süzülen gözyaşlarını elinin tersiyle sildi kadın. Mikrofonu alıp az önce terk ettiği piste geri dönüp sesinin en tiz haliyle söylemeye devam etti; ''.... senin gibi yakmadı!''
6''

AZIK

Hep bitmesini beklediler, üç yılda biter dediler, bitmedi, sonra beş, yedi yıla çıkardılar, bitmedi, bitmedi...
Aşkın ne yaşı, ne tarifi olmazmış, olmadı. 
Bitti ama yaşanmaya devam eden kısmı daha kutsal değil mi? 
...
Olsun, bu kısmı en lezzetli kısmı, en özel, en gizemli, en tek taraflı, en doyurucu kısmı bu...
Şarkılar daha lezzetli, özlem daha şiddetli, aşk daha bir aşk değil mi şimdi? 
Onlar bitirmek için değil, bitirmemek için ayrılmadılar mı, kusura bakmayın a dostlar!
Como gölü, Rio de Janeiro, Garda, Monaco sahilleri...hangisi ama hangisi..deniz fenerinin dibinde, dört odalı, uçurumun kenarında, kayalara vuran engin denize bakan dev pencerelerin dibindeki jakuziden seyrettiğim bu deniz neresi ola ki? Çok iste, dirayet et demişti bugün konferanstakiler. Çok mu istedim, yoksa dirayetten mi buradayım. Vakit geçmeden beni buraya getiren şey arzum mu yoksa oralarda beni gören birşey mi var gerçekten?

AJAN

Bu sabah bir fotoğraf Ajan'ı hatırlattı bana. Suya düşecek bir çocuğu pantolonundan yakalamış dost bir köpek.
Bir resmimiz var, bir yanında ben, bir yanında abim. Altın rengi, uzun, bol tüylü şimdilerin en popüler İngiliz köpeği, o zamanlar marka bilincimiz yok. Fotoğraftaki boyu benden neredeyse dört parmak daha yüksek. Abiminde benimde henüz süt dişlerimiz var kahkaha atan ağzımızda. Üzerimize mi atlamış ne, kahkahadan ölüyoruz. O resim olmasa hatırlayamayacağım Ajan'ın yüzünü. Hatırladığım sadece duygularımız. Ajan'a duyduğumuz aşk. Onun bize söyleyemediği ama gösterdiği duygular.
Lojman binamızın hemen yan duvarına yapmıştı babam kulübesini. Kim ne derse desin lojman anayasalarına rağmen babam hiç kimseyi dinlemezdi, evinin önünü gül bahçesi, binanın yanını köpek çiftliği, fabrika bahçesine de kümesini yapmış, kendi çiftliği gibi kullanıyordu ona sunulan yaşam şartlarını. Ama çok geçmeden emre uyup Ajan'ı Çatalca'da bir çiftliğe göndermek zorunda kaldı.
Haftasonları görmeye giderdik, annem yedek kıyafetler alırdı yanına. Ajan sular seller gibi yalayacak, bizde onunla oynarken suya çamura bulaşacağımız için.
Bir sabah babamın sesiyle uyandık, anneme; ''Ajan gelmiş!'' diyor. Lojmanın kapısında. Onca yolu deliler gibi koşa koşa tepmiş. Çamur pas içinde. Yorgun. Küvette yıkadık, bir kaç gün kaloriferin dibinde uyudu. Haftasonu tekrar çiftliğe götürdüğümüzde ayrılırken gözlerinden akan yaşlara inanamayıp anneme sordum, ''Grip mi oldu anne!'', diye. Annem; ''yok kızım olmaz, galiba ağlıyor'', dedi. Gözyaşlarını sildik, öptük abimle..ve döndük.
Bir müddet sonra babamda ve evde bir matem havası, kimse bize birşey söylemiyor.
Pazar günü Çatalca'ya çiftliğe gidileceğine İstanbul'a yada başka yerlere gidiyoruz. ''Baba Ajan bizi özlemiştir, neden gitmiyoruz!'', dediğimizde, sessizlik, cevap verilmiyor.
Birgün annem karşısına oturttup, üzülmeyeceğime söz verdirtip söyledi, Ajan ikinci kaçma teşebbüsünde çimentoya taş taşıyan bir kamyonun altına atlayıvermiş.
6''
Alaturka bir otelin sıradan restaurantında dans. Beyaz masa örtüleri içinde, kaplıca banyosu yapmış dizi dizi yabancı alemin ortasında. Sıkıca beli kavramış güzel parmaklı, güzel bir el ve güçlü bir tutuş. Kulaçlarıda güzel atan o eller. Son dans olduğunu her ikiside biliyor. Onlarca yılı sığdırmaya çalışıyorlar dansa. 
Kadın gidecek. Adam kal demeyecek. 
3''
Göz göze, diz dize aşklar var, ben biliyorum. Hatta gözgöze sevişen aşıklar var. Hepsi var, peki ya ötekiler...kafası bambaşka biryerde sevişenler, bitse de kurtulsam diyenler. Bu ayıda bir çıkartsam da sonra baksam çaresine diyenler. Onlarda var, işte onlara gelsin; ''saçlarından baharı!''...hemde Emel'den....

0

Yıllar geçmiş, sıfırsın...tam tamına koca bir sıfır. Ne yap, ne et; ne önünde bir var, ne sonunda...koca bir SIFIR. Sıfır kilometre basarsın gaza, lüks mü lüks beyaz kocaman arabanla, fenerin dibinde köpük köpük beyaz dalgalara karşı, beyaz sıvıyı doldurursun kadehe..öyle inanılmaz yapmıştır ki oteli Mehmet, odana servis yapar tepsini...jakuzide delirmiş denizi seyrederken atıştırısın Mustafa'nın leziz mezelerini..ve hala koca bir sıfır vardır göğsünün orta yerinde; ne yesen, nereye gitsen, ne giysen, ne yaşasan boşa düşüren emeklerini koca bir deliktir o sıfır...
6''
aksırıyor adam yan masada peş peşe. Sonunda kendinin bile garibine gidiyor aksırmaları. Dönüpte söyleyemiyorum, babamda sarhoş olunca aksırırdı, allerjik diye...
Sen gelmeden önce,
Dalgalarını kestim limanın...

Sen gelmeden önce,
Tozunu aldım fenerin,
Rahat göresin diye...

Çayı ateşe,
Zeytinleri yağa,
Peyniri suya yatırdım... 

Sen gel diye!!!

İSKANDİL

Dört kişi, bir kız, bir oğlan, anne, baba. Oğlan suskun, kızın yeni yıkanmış saçlarından gelen şampuan kokusu yayılıyor restaurantın uçuruma bakan balkonuna. 
Dalgalı uzun saçlarını sırtına ata ata yiyor yemeğini kız . Babası sürekli ''saçın tabağa değmesin!''diyor. Yaşının küçüklüğü ve güzelliğini sonuna kadar kullanmak niyetinde; ''yemeyeceğim!'' diye sızlanıyor. 
Hemen arka masalarında sırtı dönük, tek başına oturup, rakı içen kadını çok merak ediyor. Önce yansıma yapan camdan bakışlar atmaya çalışıyor. Olmuyor.
Sonra oynayacakmış gibi ayağa kalkıp tam kadının masasının yanındaki kolona tutunup bir sağdan bir soldan bakıyor, o yalnız kadının masasında olmayan şeyin ne olduğuna. Onlarınkinden farklı bir masa bu.
Yalnızlığı merak ediyor. Yalnız başına bir kadının gelip bu sahil kasabasına tek başına içmesi ve yazması nasıl birşey olsa.
Kadın bir yudum daha alırken rakısından göz göze geliyorlar. Gözlerindeki yaşı merak ediyor.
Kaçarak tuvalete giden kadını arkasından takip ediyor. Camlı tuvalet penceresinden izliyor bu sefer de kadının tüm hareketlerini. Kadın tuvaletten çıktığında tekrar gözgöze geliyorlar. Bu sefer tebessüm etmeye çalışıyor kadın.
''Merak etme çocuk!'' diyor kadın.
''Sakın merak etme!...''
6''

NOYAN

Sonradan sebebini bile hatırlayamadığı kavgada patlatmıştı kadının kaşını. Kan ılık ılık sabaha kadar yastığına aktı. Dışarıda kar yağıyor, ev buz gibi soğuk olduğu için kanın patlayan yerden akarken sıcaklığını hissediyordu. Uyurken dahi darbeler savuran adamın ellerini bırakamıyor, bu yüzden de kaşına tampon yapamıyordu. Çaresiz bıraktı akışına. Sabahın ışıklarıyla uyandı adam. Gece boyunca seni öldüreceğim diye inlemiş ve bu cümleyi söylemekten hiç vazgeçmemişti. Sabah ölecek mi kalacak mı diye bir an bile uyuyamamıştı kadın. 
Adam gözünü açar açmaz kadına baktı,
telefonu aldı, '' Alo; Anne ............'' 
6''

AŞK

Kadının gövdesini tek eliyle ağaca dayamış, sıkıca bastırıyordu. Diğer elinde az önce taşa vurarak kırdığı kahverengi bira şişesinden kalan ağız kısmı vardı. Sol eliyle bastırdığı boynuna sağ elinde kaldırdığı şişe ağzını saplamak için kolunu açmış, gözleri yerinden fırlayacakmış gibi bakıyor, boğazındaki damarlar patlayacak gibi haykırıyordu. ''Nereden çıktın karşıma!!!'' diye. Kadın tüm gücüyle sağ elin gırtlağına inecek darbesinden kendini korumak için direniyordu. Şehrin bu en işlek parkında, gecenin bu iki yarısında bağırmadan canını kurtarmaya çalıştığı daha bundan üç beş hafta önce tanıyıp aşık olduğu adam değil miydi? Çocukları geldi gözünün önüne. Bu haberi nasıl duyacakları, onları doğuran o tertemiz sütü nasıl kusacaklarını düşünerek göz kenarlarından boşalıyordu gözyaşları...
6''

GÖZTEPE

Dar bir koridor gibi pasaj.
Kış.
Sadece balıkçılar ve sebzecilerin olduğu, şehrin içinde balıkçı limanı gibi.
Soğuk.
Maviye boyanmış tahta masalardan birine oturuyor.
Büfe büyüklüğünde balık pişiren camekandan uzanan el, en sevdiği deniz börülcesini, soslu lakerdayı uzatıyor küçük camdan. Örtü yerine gazete kağıdı seriyorlar masaya. Pasajın diğer ucundan gelen melodinin içine gizlenmiş sesler var, yaktın a yaktın beni diyor. 
Bir eli başında, dirseğini dayamış masaya diğer eliyle gazetenin üzerini karalıyor. Harfleri seçiyor, halka içine alıyor tanıdığı harfleri, ö..e..i..s....
6''

7.KAT

Koca bir göl. Karşı kıyılar gözüküyor. İçerisinde adalar var. Dört beş tane. Biri çok büyük. Çok güzel bir coğrafya.Tepeler yemyeşil. Beyaz köpükler saça saça geçen gemiler var adaların arasından. Bu kıyıda ise gri duvarlar var. İçlerinde hapsolmuşuz. 
Yerin yedi kat üzerine çıktığımda görebiliyorum duvarların arkasını. Duvarlar değil mi sınırları çizen, insanları ayıran, hapseden, engeller yaratan.
Bir film karesinde, dar bir sokak içine koşa koşa girer, yol biter, duvar çıkar karşısına kaçanın.
İşte orada haykırır için, dışın. Bazen arzu veya korku öyle bir hal alır ki bakarsın düz duvara tırmanır kişi.
Bu kadar bile üstüne çıktığımda yer kabuğumun daha net görebiliyorum ördüğümüz duvarların anlamsızlığını,
haykırıyorum.
6''
KAFAMIN İÇİNDE PİRELER ZIP ZIP ZIPLIYOR....

YEŞİL TERMOS

Hava şartları bile bu canlı stüdyoya eşlik etti. 
Sabahın erken saati. 
Demir sundurmanın altında bir sıra genç. 
Koşarak geçiyor yolun karşısına kahverengi parkasıyla. Kapşonunu kapatıyor soğuktan ve yağmurdan korunmak için. Sırt çantasında açık yeşil termosu, sandviçi ve beklerken okuyacağı kitabı var. 
İlk yoklaması bu. İlk adımı bu yeniçeri ocağına.
Kadın arkasından, arabanın camından bakıyor. İşte hiç başına gelmeyeceğini düşündüğü o anlardan birinde daha. Hep olmaz olmaz dedikleri olmadı mı bu hayatta. Şimdi sıra bunda.
Bir erkek evlat ve bir annenin yaşadığı o ayrılık anındalar.
Kadın gözündeki yaşları silerek soruyor; ''sezeryan olsa, olmaz mı?''
6''

BEYAZ MİNİBÜS

Geceden namazını kılıp yattı. İki secde arası denedi ama gene iyiliği için dua edemedi. Deniyordu, gayret ediyordu hayrına dua etmek için ama ona verdiği zararı bir türlü affedemiyordu. Gene edemedi işte.
En zoru yorganı aralayıp, yatağın içine girdiği andı. Yalnızlığı en çok hissettiği an. Çok geçmeden geldi yanına. Bu sefer beyaz bir minibüsü vardı. Sağ yan duvarına her ikisinin de o uzun isimleri ve yanlarına kan grupları yazılıydı. Ralli arabası gibi ama eğik yazılıydı isimler.
Diğer taraftaki dik, yeşil ama toprak yola çıktı kadın. Tam minibüsü geçmek üzereydi ki, açık pencereden irsaliye demetlerini gördü. Kendisine ait pembe irsaliyeler değil miydi bu? Sanki merak etmiş gibi olmasın diye düşünse de, bir iki adım attı geriye, işte tam o sırada karşısında bitiverdi adam. Yıllar olmuştu görmeyeli. Arkasında genç bir adam ve saçları kıvırcık olmuş o yabancı kadın. Neşesi yerinde gözükse de, kadın yürüyüp giderken arkasından seslendi, ''ayak parmağındaki ojeler çok yakışmış, telefonunu kapatma, arayacağım!'',dedi. Ayak parmaklarına baktı kadın. Bembeyaz, tertemizdi ayakları. Yürüdü, merdivenleri tırmandı, sol nişteki o meşhur adama ait büstün üzerine kalınca bir kilim örttü.
Uyuyan bedeni düşündeki kendine seslendi; ''onca basamağı çıktım, inşallah aramaz!''.

FATOŞ BEBEK

Kasabamızın bir tane eczanesi vardı. İshakoğlu Eczanesi. Urfalı uzaktan akrabamız olan eczacı, yerinin avantajını iyi değerlendirirdi. Dönemsel ürünler getirirdi; parfüm, oyuncak, hediyelikler. Sokağa girişte sağda bir arkadaşımızın babasının bakkalı, sınıf arkadaşımın babasının fırını, kasap, karşısında züccaciyeci, tuhafiyeci Asiye teyze peşpeşe sıralanmışlardı. Annem, babam Asiye teyzenin ve bakkalın kapısına asılı ucuz oyuncaklara ikna etmek isteseler de benim gözüm eczanenin vitrinindeki kutulu, pahalı, şık Fatoş bebeklerde olurdu.Her ay bir iki yeni model getirirlerdi. Yeni gelenleri görmek için telaşlanırdım. Bir keresinde gelinlikli bir model gelmişti, gözlerim kamaşmıştı. Asıl en son, liseden mezun olacağım yıl getirdiği belden kemerli, beyaz kürk yakalı, kırmızı paltolu, beyaz şapkalı bebek aklımı başımdan almıştı. Zannederim Mart aylarının başlarıydı. Kar kış indiğimiz çarşıda ilk eczanenin vitrinini kontrol ederdim, hala duruyor mu diye. Mezun olmama yakın babam sormuştu; ''Eee liseyi bitiriyorsun, söyle bakalım ne hediye istersin?''
Tahmin edin ne?

ÇEKİM

Gittiğimi sanıyordum. 
Sabah altı buçukta, mutfak masasında karşı karşıya oturduk. Botlarımı hiç çıkarmadan, döktüm dilimin ucunda birikenleri masaya.
Çocuklar az sonra uyanacaklardı. Sadece benim söyleyeceklerim vardı artık. Cevaplara zaman kalmamıştı, döktüm ve çıktım. 
Başımı, gururumu ve el çantamı alıp çıktım.
Taaa ki ertesi sabaha kadar.
Sabah zilleri çalmadan, dün söylediklerime rağmen ama bu kez başım önümde geri dönmüştüm,
Hani gitmiştim ?
6''

KAYBOLMUŞ ANILAR

...hiç elde edilmemiş anlar, kaybolmuş anılar mıdır?
Yemyeşil vadiye bakan, yere kadar camların önündeyim Sırtımda taş duvarların soğukluğuna siper olmuş, yeni ördüğüm, kırmızı, yeşil, sarı şeritli, bol püsküllü pançom var. Sürgü camlı kapıyı tek bir hareketle çekiyorum, taa sonuna kadar. 
Vadinin taze çayır kokusu sert bir sprey gibi vuruyor yüzüme. Ahşap verandaya adım atar atmaz, kış güneşinin kavurucu ışıkları, koyu renk saçlarıma vuruyor.Çocukların kahkahaları geliyor yatak odalarından. Az önce demlediğim çayı doldurduğum, papatya desenli kupayı kavramışım avuçlarımda. Fransız bir film müziğinin notaları yayılıyor vadiye. Sırtımı kavrayan el, kaybolmuş yada hiç olmamış anılar...
6''

YASTIK

..çok severim..acayip severim.
Koca bir yatak, bir sürü yastık.
Koca bir koltuk, bir sürü yastık.
..çeşit çeşit, boy boy olmalılar. Bazısı yumuşak, gömülmeli içerisine, bazısı da hafif sert, başımı dik tutmalı. Yumuşaklığı annemin göğsü gibi olmalı, en dertli hissettiğinde gömmelisin başını. Yanaklarından süzülen gözyaşları, göğsünden süzülüp akmalı. Birde başını tutan eli olmalı. Hatta saçlarını sevmeli usul usul. Orada uyumalısın öylece. Hafif bir kıpırtıyla irkilmelisin saatler sonra ve geride bıraktığın zamanı anlamsız anılar olarak hatırlamalısın.
6''

DEDEMİN ELLERİ

...hep merak ettim ama hiçbirini göremedim. Çoğu zamanlar hayal etmişimdir. Halam ellerime bakıp ''parmakları seninki gibi uzundu'' dediğinde dikkatlice bakmışımdır ellerime. Yada teyzem ''seni ilk kundakta gördüğümde, bir elin dışarıdaydı, parmaklarının uzunluğunu görünce aynı babamın elleri demiştim'' dediğinde de hayal etmişimdir. Acaba hangisine benzediğini. O eller hiç canlı olmadılar benim için. Mezarını ziyarete gittiğimizde dedemin, babam çapa yapardı, işte onun ellerini hatırlıyorum; güçlü, damarlı, uzun parmaklı babamın elleri. Keşke ellerim babama benzese derdim, kız başıma, benzedi de.
Asıl içimi kavuran annemin elleridir. Onun ellerini ne buruşmuş, ne kırışmış, ne damarları çıkmış, kahverengi lekeler oluşmuş göremedim. Son gördüğüm, can havliyle sımsıkı yumruk yaptığı elleriydi.
6''

DONDURMA

Hiç kaşıkla yenir mi?
Yumuşacık krem gibi. İçerisinde dünden kalma kek parçaları da attığında acayip birşeye dönüşüveriyor tadı. 
Koca kovayı alıyorum kimse yokken. Bodrumdaki kocaman koltuğun içerisine saklanıyorum. Kaşık kaşık yiyorum. Kaçarak geldiğim ve bir sürü tatsız olaylar yaşadığım için, depresif olma, bir koltuğa gömülüp dondurma kaşıklamaya hatta tüm günümü karanlık odada yorganın altında geçirmeye de hakkım var.
Depresyondayım çünkü.
Aslında çocuk yaşta sevilmesi gerekmez miydi dondurmanın. Renkli topları neşe içinde yalayıp, dilim üşüdü, dilimin rengine bak diye oynamak. Dondurmacıda buluşalım, Roma dondurmacısında yiyelim buluşmaları yaşanmalıydı genç yaşlarda.
Onun yerine bu koskoca yaşımda depresyon malzemesi oldu anca.
6''

SANDAL

İlla ismi aynı olurdu, her yıl. Yeniden boyanmasına, tekrar zımparalanıp, tekrar şablonlar hazırlanmasına rağmen. Ben kız olduğum için, kız ismiyle çağrılması edebe aykırı diye abimin ismini verirlerdi, dört buçuk metre teknemize. Yaz yaklaşırken heyecanı başlardı. Küçücük aile bütçemize, babamın hobisi için eklenen macun, zımpara, boya masrafı annemi deli ederdi. Süpriz yapar, hesapsız kitapsız alır gelirdi boyalarını. Serin bahar Pazarı piknik sepetiyle başına gidilir, pürmüzle boyası kazındıktan sonra ilk macunu sürülürdü. Zımparalarken ayak parmak uçlarımın üzerinde uzandığımı hatırlıyorum yerden yüksekliği bir metreyi geçmeyen tekneye. Macun kurusun diye beklenen hafta yağmur yağmasın diye dua edilirdi. İlla beyaz olan, parlak yağlı boya vurulurdu. Ondan sonraki haftasonu en zevkli ama benim için öfkeli hafta olurdu. Babamın hazırladığı şablonda, bir umut ismimi arardı gözlerim. Bazen annemle, bir tarafına kızın, diğer tarafına oğlanın ismi yazılsa diye tartıştıklarına şahit olmuşumdur, ''kız kırılıyor ama! '', diye. Belki o yüzden kız olmama aldırmadan seagull motora asılır, bujilerini nasıl kuruttuğuna bakar, iskarmozları yağlamasına yardım eder, çapa nasıl bağlanır, atılır öğrenir, kaşığın en güzelini bağlamaya çalışırdım. Yaz sonu sert poyrazda dümene geçer, kaşığı toplarken, oltaya gelen lüfer heyecanına, avaz avaz bağırarak katılırdım. Aileden biri gibiydi sandalımız. Yılın neredeyse bir ayının bütçesi ve zamanı ona ayrılırdı. Sahildeki diğer hiçbir teknenin onun kadar güzel ve sağlam olmadığına dair övgüler anlatılırdı hakkında. Geçmişe baktığımda özlediğim şeylerden biri listemdedir.
O, Ajan, pinokyo....
15''

RUTİN

Etrafımda hiçbir şey rutin değil. Mevsimler rutin değil. Bir yaz, bir kış. Gardroblar rutin değil, yazlık, kışlık...Her gün giydiklerimiz bile rutin değil. İki gün üst üste aynı şeyi giysek, canımız sıkılır. Kumsalda çizmelerime vuran dalgalar bile rutin değil.Açılı, yüksek, alçak. Güneşin ışığı an be an değişken. İki çay bardağının bile arasında fark var. Biri demli, biri açık. Midye kabukları çeşitli, yosunlar çeşitli. Kar tanelerinin hiçbiri birbirinin aynısı değil. Ya insanlar. Hangimiz birbirimizin tamtamına aynısı. Peki, neden idealmiş gibi gözüken hep rutinler. Rutin bir işe sahip olmak. Her ay aynı maaşı almak. Aynı yollardan, aynı işyerine gidebilmek. Aynı insanla bütün ömrü bitirmek. Neden ideal olan bu? Yaratan koca bir sirk yaratmışken; gez, dolaş, öğren, yaşa diye. İnsan ne yaratmış kendine, koca bir hapishane.
6''
Hüt hüt kuşları, filleri kovalıyor!!!

YUMURTA

Kim bilir beş, altı yaşlarım mıydı neydi, babamın çalıştığı fabrikanın bahçesinde kümesi vardı. Koskoca çimento fabrikasının, çimento tozlu binalarının arasına kurduğu köyü babamın. Her gün fabrika dönüşü bir sepet yumurtayla gelirdi. İşi öyle ilerletti ki, kümes küçük bir gecekonduya dönüştü. Tüm lojmanın, yeni gelen bebeleri yumurta dedelerinin yolunu bekler olmuşlardı. Bazı hafta sonları üşenir gidemez, ağabeyime , ''hadi gidip tavukların yemini verin, yumurtaları da toplayıp gelin,'' derdi. Sonra arkamızdan seslenirdi; ''demir yuvarlak yemliğin altına da bir yumurta bırakmayı unutmayın !, diye. Ağabeyimin elini tutar, küçük su birikintilerinin kenarından atlaya zıplaya giderdik. Tavukların altından sıcak yumurtalarını toplar ve en sonunda demir yemliğin altına da tek bir yumurta bırakıp dönerdik. Çok merak ederdim; niye!, diye.
Sonra bir gün babam eve elinde bir yılan derisiyle geldi. İçi boşaltılmış, kurutulmuş deriyi, salondaki kırmızı duvarın önündeki dev deve tabanının üzerine sardı. O kadar üzüntülüydü ki annem ''yılanı ölmüş, çok üzgün!'' dedi.
Meğer yemliğin altına bırakılan yumurtalar o yılan içinmiş, sonradan öğrendim.
6''