Cebinden çıkarttığı mektup parçalarını mutfaktaki çöp
yığınına attı. Daha önceden yırtmıştı bile. Ardından, kadın, çöpten topladığı
yırtık zarfın parçaları içerisinde, pulun olduğu parçayı bulup dikkatlice
mühüre baktı. Ankara’dan resmi bir yerden geliyordu ama saman kağıdı zarfın
üzerinde ki mührün mürekkebi dağılmış, geldiği yer anlaşılamıyordu. Dolaptan
yarım kalmış kırmızı şarabı aldı, mantarını sallaya sallaya çekip çıkarttı,
kadehlere pay etti. Yeni şarabı açmak için sabrı yoktu.Biran önce deniz
kıyısına ulaşıp, gün batımını seyredip, dinlenmek ve verdiği kararın doğru mu
yanlış mı olduğunu düşünmek istiyordu.
Henüz otuziki yaşındaydı. Bıkmak, terk etmek için erken ama
yolunu değiştirmek içinse geç kalmış olduğunu düşünüyordu. Uzunca sohbet ettiği
insanlar deli olduğunu düşünse de deli değil ama delirecek kadar bıkkındı. Son
göreviydi Newyork’ta, Türk gününde koruma olduğu gün. Kimi, neyi, kimden
koruyorum ki diye düşünüp, terk etmişti konvoyu. Amiri, bunu yapamazsın,
yaparsan sonun olur diye tehdit savurmuştu arkasından. Tek bildiği biran önce
dönmek, ardında bıraktığı yurduna, evine değil, o zamanki duygularına geri
dönebilmekti. Hiç düşünmeden aldı biletini. İlk uçakla aktarmalı indi
Güney’deki bu kasabaya. Kadın hala aynı pansiyonu işletiyordu. Aktarma
esnasında havaalanından aradı. Bu sonbahar günü kimseler olmaz, tabi ki atla
gel, dedi.
Sahilde çocuklar balıkçıların yakaladığı vatosu çığlık
çığlığa izlerken, batan güne karşı giden deniz motorunun sesi ve kızıllaşmış
gün batımı ile ilk yudumunu içti Salih…ve nefesini bıraktı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder