17.3.13

EN MUTLU AN


Mutlu hissettiğim an, hem de en mutlu!
Uzun zamandır hiç yok. Düşünmekten bile korktuğum bu galiba.
Hongkong’ta nehrin kenarında, karşı kıyıdaki inanılmaz büyüklükteki binaları ve üzerindeki ışık oyunlarını seyrediyorum. Bu kıyıda olabilmek, hatta az sonra bir tekneye binip, binaları dokunacak kadar yakından izlemek nefes kesen bir mutluluk olsa gerek. Ama öyle değil işte.
Göğsümün tam ortasında koca, kara bir delikle yaşıyorum. O deliğin, o kara kuyunun etrafında dolaşıyorum bildim bilesi. Bazen bir cesaretle kuyunun taş duvarlarına tırmanıp aşağıya bakmak istiyorum. Öyle dipsiz ki. İçim çekilip, vazgeçiyorum. Ben etrafında dolanıp durmalıyım, bakarsam delik beni içine çekecek ve o karanlıkta yok olacağım.
6’’

ÜRE


Üremekten kök alırsak, üre çıkıyor ki, bildiğim kadarıyla bir hastalık.
‘’Üresi yüksek ondanmış!’’ diyor sınıfta arkadaşım ölen abisi için. Gözlerim kocaman oluyor. Ne ki üresi yüksek?
Bunca yıl birçok hastalık ismi duydum ama birçoğunu, elimde tüm imkanlar olsa da araştırıp, incelemedim. Doktor olmayacaksam dibine kadar tüm detayları bilmek gereksiz. Çare bulamadıktan sonra.
Kızım arıyor; bir hocası için ölmüş. Hiçte sevmezdi, hatta beddua ettiğini hatırlıyorum, o gaddar ses tonuyla , ‘’hayır sen gelmiyorsun şampiyonaya!’’ dediğinde. Çıldıracak gibi olmuştu, bir hafta sonra gideceği yolculuk için pasaportu dahil tüm valizi hazırdı. O öfkeyle bıraktı su balesini, tutunduğu en iri dalı. Biliyorum ettiğim beddualar mı tuttu acaba diye o küçücük yüreğinin çırpındığını.
Nasıl bir hastalıktı ki öldürdü. Ne üremişti o genç, incecik bedeninde.
Bazen çoğaltan bazen de tüketip bitiren bir şey bu üre.
6’’

YERDE


Başım yerde. Taşları sayıyorum. Parmaklarım arkamda birbirine dolanmış. Garip şekiller alıyor.
Yerdeki taşlar rutubetten yeşermiş. Yosun bağlamış etrafı. Hep evde, saksılarda yosun beslemek istemişimdir. Ama onlar öyle özgürler ki, yeşerecekleri yeri aradıkları rutubet, hava şartları, gölge ve yöne göre tayin ederler.
Bazı şeyler böyledir. Kafasına buyruk. Nasıl ürer. Tohumu nedir, ne değildir. Önemli değildir. Mantar gibi bitiverir. Bir taşa tutunur, renklenir, çoğalır.
Bazen bir uçurumun kenarındaki, taş kalenin erişilmez duvarlarında oluşurlar. Taş renksiz, donuk, yıllanmış, orada durur öylece, belki asırlarca. Gider onun üzerine yapışır mesela. Öyle güçlenir ki üzerinde ot bitmeye başlar. Toprak görevi yapar.
Bir bakarsın bahar olur. Papatya açar üzerinde. Bir serçe gagasıyla ot, dal parçaları getirir, bırakır, serçeye yuva bile olur. Taş renklenir, can bulur, koku bulur, yuva olur. Adı mantardır ama hayat verir.
6’’

15.3.13

BEDENİM


Ne sevdim, nede barıştım. Zannederim hayatta tek düşmanım.
Yatak odamda boy aynasını, bir kaldırıyorum, bir tekrar getirip dikiyorum.
Allahtan portatif bir ayna. Ne bir gün güzel olduğumu söylüyor, ne de çirkin.
Masaldaki kraliçe, benim aynamda. Ve beni öldürmeden rahat etmeyecek.
Pamuk Prensesin üvey annesinden de kötü.
Hayatta en büyük ceza şekli sessizliktir ya, benim cadı da beni sessizliği ile cezalandırıyor.
Bazen önünden hızla geçerken göbeğimi göremeyip geri dönüp, tekrar bakıyorum. Sinsice sırıtıp, ‘’birde göğüslerine bak!’’ diyor. Karnım inse göğsüm büyüyor. Yok yani bunun bir ayarı.
Aynalarla barışmak nedir acaba. Ben prenses o cadı. Hiç barışmak mümkün mü?  
İşte, bazen göz yanılgısı, o kadar.
6’’

DUYARLILIK


Gereksiz yere canım yanıyor, duymak istemiyorum, hiçbir kötü haberi, kapı sesini, yan dairede bağıran kadını…
Duydukça hayatımın akışı değişiyor sanki.
Duymasam, o gün sanki daha başka türlü geçecek, daha ben gibi. Kararlar verebileceğim. Hiçbir eylem kararlarımı etkilemeyecek.
Komşu teyzenin kocası, felçli. Sabahları saat henüz sekiz olmadan kurnaya çarpan tas sesiyle uyanıyorum. Neredeyse her sabah. Yatağını ıslatan amcayı, ileri yaşına rağmen, her sabah yıkıyor teyze. Bazen haykırdığını duyuyorum;’’yeter be adam!’’ diye. Keşke bağırmasa diyorum, keşke biraz daha sabretse, ama ne zor. Çoğunlukla sessiz teyze. Amcanınsa hiç sesi gelmiyor duvarın ötesinden. Eminim küskün, eminim çaresiz. Sadece tas sesi, sabah sessizliğini yırtan; haş, huş, haş, huş,…..
Uyanıp oturuyorum yatakta. Bu ses elimi kolumu bir türlü bırakmamış anılar gibi. Duymasam, mazide kaldı diyebileceğim ama her sabah tekrar tekrar hatırlatıyor, felçli babamı ve hastalığını. Duymamak en güzeli. Duysan da duyumsamaman ise özgürlük.
6’’

DİREN


Beynimden kalbime ve oradan tüm vücuduma dolanan damarların kavuştuğu parmak ucumdaki ince tünel, kalemim... Mürekkebi kirli kan, bembeyaz kağıda dökülüyor. Harf, harf; hece, hece…
Bir zamanlar okuduğum bir masal vardı. Yine altın serisinden.
Karlı bir günde o uzak diyarlardaki güzel mi güzel kraliçe, gece mum ışığında hem yağan karı izlermiş, hem de iğne oyası yaparmış. İğne aniden eline batmış. Parmağından kıpkırmızı bir damla kan dökülüvermiş o bembeyaz örtüye. Kraliçe gözyaşlarına rağmen beyaz örtünün üzerindeki kıpkırmızı kan damlasına bakıp dileğini dilemiş. ‘’Böyle bembeyaz tenli, kıpkırmızı dudaklı bir kızım olsun’’ demiş.
Yıllar geçmiş, bembeyaz kağıtlara parmağımdaki direnden dökülen kanı gördüğümde diliyorum; hayatımın böyle bembeyaz kelimelerimse kan kırmızısı olsun…
6''

7.3.13

ÖYLE YORULDUM Kİ


Yoruldum mu yoğruldum mu bilmiyorum!
Zannederim yoğruldum. Hayat isimli korkunç canavar daha gözümü açar açmaz dişleri arasına alıverdi beni. Önce ön dişleriyle çiğnedi. Yıllar sürdü keskin ön dişlerinde ezilip durmam, sonra daha arkaya azı dişlerinin arasına aldı. En son yıllarımda, o dev dişlerin arasında, bilmem kaç bar basıncın altında sıkıştım kaldım. Ya yutsa diyorum, ya tükürüp atsa. Tükürse böyle ezik, büzük ne yaparım dışarıda. Formunu yitirmiş, diğer artıklara karışmış. Yutsa, yok olmak var, tamamen karanlıkta kaybolmak. Bir daha hiç görememek renkleri. Asitle yoğrulmak var, hiç bilmediğim acılarla erimek.
Anladım ki yorulmadım, yoğruldum sadece o sindirilmedik hayatta.
6’’ 

6.3.13

SU


‘’Şu önünde duran su kadar temizim!’’ diyor adam. Kadına daha önce hak edip elde edemediği bir geleceği vaad ediyor yolun başında. Aşılması gereken öyle uzunca bir yol var ki. Yürüyorlar.
Ara ara elindeki yükleri iki yanına bırakarak dinleniyor adam. Kadın daha uzun boylu. Daha güçlü gözüküyor. Adam durdukça, oda duruyor. Adamın elinden yere bıraktığı çuval ve bidonlara bakıyor. Tüm yüküyle beraber kadının valizini de taşıyor adam. Kadının aslında canı tez. Bir anda kavrayıp, kucaklamak, hiç değilse kendi valizini taşımak istiyor. Ama tutuyor kendini, taşımıyor hiçbirini.
Toprak yolun başında onu minibüsten indiren adamı düşünüyor. O minibüsü bulana kadar nasıl koştuklarını, nasıl kan ter içinde kaldığını ama atladıkları lacivert minibüste nasıl da diğer bir kadını yol boyunca gözlediğini, ardından da toprak yolun başında, ‘’sen in, ben geleceğim!’’ diyerek, onu indirip, terk ettiğini. Günlerce aç, susuz toprak yolun başında beklediği aklına geliyor. Gece yarısı uluyan kurt, baykuş seslerinden nasıl da korkmuştu. Daha da korkuncu yoldan geçen kimi sarhoş, gibi serseri bir sürü adam, nasılda onu arabalarına almak istemiş, korkudan sinmiş, bir kenarda saklanıp beklemişti.
Ta ki bu elinde yüklerle köy yolunda inip, onun çaresizliğini gören adam yanına gelip,
 ‘’Nen var bizim kız!’’. Benim köyde evim var, sıcaktır şimdi, bahçeden taze roka toplarım sana, bir güzel karnını doyurursun, yeşil, yemyeşil on dönüm bahçesinde, istediğin kadar dinlenirsin, benimle gel!, diyene kadar. Korkunç açlığı ve perişanlığından;’’ peki!’’, demiş, valizini de sırtlanan adamın yanı başında yürümeye başlamıştı. Onu neyin beklediği düşünceleriyle boğuluyor, bir yandan yardım etsem mi diye düşünüp diğer yandan eğilip almıyor bir parça yükü….içinden ‘’bırak taşısın!’’, eğer yolun sonunda o dediği ev varsa ve oraya kadar taşıyabilirse her şeyi, evet dediği gibi, yolun başında yalakta biriken su gibi temiz olduğuna inanacak. Ya değilse, ya evet taşıyamazsa, bırak taşısın.
Adam terini silip, kadına bakıyor, bu kibirin, vicdansızlığın, kadının gözlerindeki öfkenin sebebini anlamadan, tekrar sırtlanıyor yağ bidonunu, zeytin çuvalını ve valizi,  kan ter içinde yürümeye devam ediyor. Bir adım arkasında kadın, sonu gözükmeyen toprak yolda yürümeye devam ediyorlar.
15’’

BABA RADYO


Bir daha ayılmadan uyuyabilmek için yattığı bir gecenin içinde beliriverdi, artık onun için kabus olan adamın en eski erkek arkadaşı. Hiç görmediği evinin mutfağında eski karısıyla oturmuşlar, kadına ondan bahsediyorlar. Karısını seviyor, diyor eski arkadaş. Duydukça kulak damarları çatlayan bu sözlerle uyanıyor kadın. Lale diye bir kadını sevmişti, bu kumral saçları, beyaza dönmüş, sıska adam. Ama yine eski evinde, eski karısıyla. Bu kavimin hepsi böyle demek diyerek, eli baş ucundaki radyosuna uzanıyor. En baba kanalda adı gibi baba radyoyu açıyor. Başkalarının söylediği ayrılık, özlem, pişmanlık sözleri ile söylenmiş şarkılarla hazırlanıyor yeni güne. Neden diye soran oğluna benden daha kötüleri de var, onları dinleyip ayılıyorum fena mı, diyerek daha çok açıyor sesi. Diğer hikayeler avutuyor. Dün, elinin tersiyle ittiği, geleceğe dair açık davet mektubuyla avunmuştu epeydir. Şimdi yırttığı o mektubun açtığı boşluğa tekrar hortlamıştı aynı adam. Kadife rengi gözleriyle bakıyordu umarsızca dar koridorun en ucundan.
6’’

5.3.13

ZAMANSIZLIK


Bütün işaretler verildi
Anladım ne demek istediğini
Öyle çok öyle çok işim var ki
Fırsat bulup da ölemem

Bunca iş birikmiş işlerim varken
Zamanım yok cenazeme gidemem
Nikahlarıma da hep böyle geç kalırdım
Kalsın yarına bugün ölemem

İlle gerekliyse siz yapın töreni
İşleri yüzüstü bırakıp gelemem
İnanın yaşamak için değil
İşim başımdan aşkın ölemem

AZİZ NESİN

BENDE HAYATIMI YAŞAMAK İSTİYORUM !


Ne hayatı, hangi hayat, hayat mı kaldı.
Şöyle bir skalasını yapsak hayatın, sıfır noktasından, şu cümleyi söyleyene kadar ki kısmına kadar, koca bir çizgi çeksek, basamağa ayırsak, geriye kalan çubuğun uzunluğu öncesine göre kaçta kaçıdır yaşanan sürenin. Hiç. Kalan süre geçmişe göre hiç. Hala nedendir geriye kalana hayat demeye çalışmak. Hayat olan kısmı çekti gitti, geriye yat kısmı kaldı. Ya bir köşede koltuk kenarında, yada artık kullanamadığımız uzuvlarımızla yatma, yatıp, yaşadığımız kısımların aritmetiğini yapmaya kaldı. Keşkeler, ah pişmanım demeler, öyle değil böyle olsaydı demelerle geri kalanı yatarak tüketeceğimiz bir hayatın nesinden bahsedelim ki. İyi ki de öyle yapmışım dediklerimiz çok ise koca bir gülümseme ile yatarız o koltukta. Ya yapamadıysak düşündüklerimizi, vay halimize.
Çeşmeler değil nehirler akarken önümüzden eğilip de bir tas su içmediysek o ağarmış saçlarımıza hiçte yakışır mı ah edip iç çekmeler. Kahvenin önünden geçerken bastonuna abanıp oturmuş, yüzü kırışık içinde, kasketi bir tarafa kaymış amcalar görüyorum. Kiminin bir tebessüm var yüzünde, eski sevgilinin zülüflerini düşünüyor besbelli, bir diğerinin öfke daha da karartmış suratını. Söylemek isteyip de sevdiğini söyleyemediği kadını başka birinin kolunda, önünden yürüdüğünü hatırladığından herhalde. Evde biri torunlarına gülerek masallar anlatırken, diğeri yalnız kapıları kapatıyor hikayelerin üzerine. Hatırlamamak insan bahşedilmiş en büyük lütuf. Nerede ne hata yaptığını hiç değilse hatırlayamadığından uyuyabiliyor yalnız yatağında. Çok eski bir dostuyla paylaşıyor en nadide sofrasını yaptıklarının ne kadarda doğru olduğundan bahsediyor keyifle, başka bir semtte oğlunun doğduğu günü unutarak. İşte geri kalan hayat, yaşayabilirsen yaşa.
15’’ 

SAFRANBOLU


Bilmem ne var ki? Aslında hiçbir şey yok. İlla gittiğim yerde deniz olmalıydı. Safranbolu’da deniz bile  yok. Deniz, deniz havası, yok.
Hatta çok eski yaşanmışlıkların ağırlığı yok mu, hem de nasıl, ağır mı ağır.
Ben hiç bir konuda inat etmem zannederdim. Ama şu safran kapıyı yumruklamaya başladığımdan beri daha iyi anlıyorum kendimi, nasılda yumruk yumruğa dövüştüğümü hayatla. Bir hayaldi, geldi, geçti. Güzeldi, demeyi bilmiyorum. İlla hayalleri gerçekleştireceğim ya. Misyonum bu benim hayatta demek ki. Ama asıl vizyonumun ne olduğunu bulmam gerekmez mi? Yani ta sonraki, yada ta tepedeki, Hıdırlığında üzerinde. En uç hayalim ne ki, nerede yaşamalı, nerede ölmeli. Hayal etmeli.
6’’

KAPADOKYA


Yine sarmış ateş kollarımı, ben yine yollardayım.
Araba hareket halinde iken mi benim motor soğuyor acaba?
Çıkart kolunu, başını camdan dışarı. Saçların uçuşsun. Ta diplerine kadar saç diplerin üşüsün.
Belki serinler, rahatlarsın.
Sabahın altı otuzunda güneşten önce bin balonun sepetine. Altında kum dağları yığılsın.
En eksilere tırman, belki üşür rahatlarsın. İçinin alevi serinler belki.
Yok olmadı, onu da denedim. Şu can bir yandı mı serinletecek soğuk yok.
Yeryüzünde Kapadokya senin Konya benim gezer durursun, virane.
Dağlarda dolaşan mecnuna dönersin. Uçurumlardan, kayalardan yuvarlanırsın ya da belki balon patlar düşerim dersin. Yinede ölmez dönersin, yok olmuş, yapayalnız.
6’’

NAZAR BONCUĞU

Ne nazara geldim, ne göze. Olanların hepsi benim suçum. Hızlı gidersen, duvara çarparsın; ipte yürürsen, düşersin; ateşe atlarsan, yanarsın. Bunları bile bile yapıp, nazara geldim dersen, çarpılırsın. Sen bilmezsen kıymetini, el ne anlar senin canının değerini. Önce sen koruyup, kollayacaksın, kendini, elindekileri. Ama kimden? İşte buraya kadar anlıyorum da, bundan sonrasını anlamam mümkün değil. Benim gibi diğerlerinden mi? Diğer insanlardan. Ben ve diğerleri gibi mi yaşıyoruz yeryüzünde. Bir bütünün moleküler parçaları değil miyiz? Aynı kimyadan oluşmuyor muyuz? Şöyle tepeden, atmosferden aşağıya baktığımızda ya, işte oradan bakınca bir bütün değil miyiz? Ben tamamım da diğerleri mi kanserli hücre. Ben seviyorum o zaman kanseri. Etrafımda akan kirli kanı, temiz kanı, ne varsa hepsini. Bir bütünü var etmeyi seviyorum, tam olmayı. 6’’

1.3.13

1 MART


Bozova, Güneş Eczanesi.
Vitrinde kırmızı tek bir lale.
Kırklı yaşlarda, saçı kırlaşmış, tepesinde kadının sonradan kuzeni Yurdan’a verdiği tarife göre, evindeki yeşil plastik bardağın dibi kadar açıklığı olan, teknisyen Mikdat, yanındaki müfettiş arkadaşı Nahit Başaraner’e dönüp;
-Bahar gelmiş üstat, diyor.
Deli kanı beynine fırlayıp, eczaneden içeriye dalıyor. Bir ton güzel laf ve pazarlıkla, 5 liraya laleyi alıp, çimento fabrikasının servis otobüsüne, kahkahalarla biniyorlar.
Araçta, orta sıralarda, çimento fabrikasının lojmanında yaşayan ablasına kalmaya gelmiş Neco ve yeğeni Nejdet var. Nejdet, Neco’yla; ‘’evde kaldın!’’ diye dalga geçiyor.
İlk nişanlısının tüberküloza yenik düşmesinin ardından tutuğu yas nedeniyle yaşı yirmialtılara gelmiş neredeyse. Neco sinirlenip;
-Oğlum canım istese istediğim adamı tavlarım, ne zannettin! diyor. Bak şu kapıdan giren iki adama, bak gör şimdi.
-Laleniz ne kadar da güzelmiş.
Mikdat centilmenliğinin verdiği birikim sebebiyle, reveransla eğilip;
-Sizden güzel değil hanımefendi, lütfen kabul edin, diyor.
Neco, dudak kenarlarında zaferin tebessümüyle laleyi alıyor, yeğenine göz ucuyla bakıp, göz kırpıyor.
Magirus otobüs, taşlı yollardan ilerlerken, elinde mum gibi duran lale ve cüreti sebebiyle Neco, mahçup başı önünde. Lojman durağına geldiklerinde bir çırpıda adamın önüne atılıp;
-Beyefendi buyurun çiçeğinizi, ben yeğenimle bir iddia yüzünden böyle bir şey yaptım, deyip. Laleyi neredeyse atar gibi adamın kucağına bırakıp, hızla otobüsün kapısından iniyor.
Bugün o gün. 1 Mart.
Onların tanışma yıldönümü. Alelade bir marketin kapısında gördüğüm lale, annemin bıkıp usanmadan anlattığı 1 Mart hikayesine alıp götürüyor beni, yanaklarımdan süzülen göz yaşlarımla.
Keşke mezarınız yakın olsa ve aranıza dikebilsem bu laleyi pırıl pırıl bu Cuma günü.;
 ‘’Bakın yine bahar geldi, neredesiniz!’’
6 ‘’