30.5.13

DOLAP

Hiç sığmadım. Zannedersin ki kat kat elbiseler giyerim. Ne münasebet. Koca kışı bir kazak, koca yazı bir ipekli gömlekle geçiririm. Ama o dolabımın bekçileri hiçbir yere kıpırdamaz. Öylece durur ve o ipek gömleğimi aralarına almamak için direnir dururlar.
İlk çocukluk yıllarım, babamın marangoza çizip yaptırttığı ama neredeyse vinçle o küçücük odamıza sığdırılan, sevimsiz, formika kaplı dolapla geçti. Kapak içine ne sevimli resimler astımsa da; bebek, kedi resimleri, dolap bir türlü sevimli hale bürünemedi. Gelin olup kendi evime taşınırken önce o dolaptan kurtulduğuma sevinmiştim. Ama nafile, hiçte sevindiğime değmedi. Bir dergiden kesip yaptırttığım İtalyan stili siyah, lake dolabım senelerce neyim var neyim yoksa karanlıkta sakladı durdu kıyafetlerimi. Bir lamba koymayı akıl edemedim içine. Daha sonraki evlerim de dolaptan vazgeçip sadece askılarla çözdüm meseleyi. Sonra gene dolap, dolapsızlık derken gittikçe anladım eşyanın bile başını sokacak evmiş derdi.
6''

28.5.13

ADA

Bugün söyledi Yeşim; ''Ada'ya taşın!'' diye. ''Aradığın liman oradadır belki''. Günlerdir, olsun ama marjinal bir yer olsun dediğim yer ada mı acaba?
Epeydir kıvranıyorum, önce Galata mı, sonra Arnavutköy mü, ardından yok yok Assos, olmadı Bodrum dediğim semt arayışıma son noktayı vurdu nihayet. Ada!
Birde gider ayak o sevimli suratıyla; ''Ada tam sana göre, bağımsız, tek başına, suların içinde özgür!'' dedi ya. Bende üzerine ekledim. Rüzgar ne yönden eserse essin deniz kokusu var. Bir yanı gündüz bir yanı gece. Bir yanı yaz bir yanı kış. Bir yanı şehir diğer yanı sayfiye.
Beynim jet hızıyla ada sokaklarına uçtu, sessiz kaldırımlarında yürüdüm adanın usul usul, bir kış, gece vakti. Çatı bir dairenin, tahta trabzanlı balkonunda oturdum, çay içtim. Esnafla muhabbet ettim, bu sezon ne bu kalabalık diye, şikayet ettim. Bisikleti dağ, orman yollarına sürüp, deniz kıyısında kayalara oturdum.
Sonra yine bir hüzün kapladı içimi; ıııı-ıh buda değil Yeşim!
6''

İNCİ

Kedim mi koparttı, kim koparttı bilmiyorum, yatak odamın yerinde, kopan inci kolyeden dağılan inciler var uzunca bir süredir. Toplamıyorum. Öylece bakıyorum.
Annem pek severdi inci kolye. Nerede bulsa sahte demez alır, renk renk takardı, üst üste.
Bu inci kolyeyi de kendisi dizmişti ipe, ''bunlar gerçek!'' diye. Kullandığı ipte onun gibi dayanamadı hayata, en nihayet koptu. Hala sahte mi, gerçek mi bilmiyorum ama merak ediyorum. Çok sahiciler.
Odamın her yerine, ayaklarımın altına serilmiş bu incilere odayı süpürsem de dokunmuyorum. Gece karanlıkta sedefimsi bir ışık yayıyorlar. Yıldızları çok sevdiğimden mi nedir, yıldızlar serilmiş gibi ayaklarımın altına.
Bugünlerde toplayacağım, olmuyor tabi böyle böyle yerlerde inciler.
Ne burası, masal mı? Masal evi mi? İncili mi, perili köşk mü?
6''

26.5.13

BURASI NERESİ DAYI?

Neredeyse yarım asır harcadım bu kürede ama öğrenip öğreneceklerim bitmedi gitti.
Kapkara bir günün sonunda, hadi! diyen arkadaşıma teslim olup gittim o Türküevine. Yıllardır Beyoğlu sokaklarında, sokak aralarında, önlerinden geçerken duyduğum ses sebebiyle bir adım dışından yürümeye çalıştığım o evlerden birine, habersiz, programsız gidiverdim. Uzaylı gibi bir kenarına iliştiğim kilim desenli sedirlerin üzerinde, sanki üzerime birşeyler bulaşacakmış gibi dimdik oturuverdim. Neresiydi burası, nasıl bir dünya, nasıl bir Türkiye.
Ter içinde siyahlara bürünmüş türkücü, kesinlikle takma adlı, Murat Ceylan. ''Maç var, havalar sıcak ondan!'' diyerek içerideki tek tük dinleyiciye açıklama yapmaya çalışıyor. Sağımı, solumu kolluyorum. Aniden fırlayıp gidebilirim. Radyo programcısı adamın sırası gelip de şiirini okuyana kadar mecbur kalacağım bu ortamda, racona göre siparişlerimizi veriyoruz, Urfa.
Sağ locada, neredeyse koltuk genişliğinde gri pantolon, beyaz gömlekli bir adam oturuyor. Nargileye dayamış ağzını, seri bir şekilde dumanı çekiyor loş ortamda peş peşe. Arkasındaki locada gece boyunca tem tek oturacak olan beyaz, kollu tişörtlü, siyah saçlı kadın oturuyor. Garson elinde nargileyle gelerek, sol locaya koyuyor. Hiçte yanılmadığım, kırk kilolarda siyah gömlek, siyah pantolon ve siyah rugan ayakkabılı bir adam gelip elinden alıyor nargileyi ve oturuyor. Nargileyi hazır etmek için o kadar çok duman çekiyor ki garson, yanakları kıpkırmızı.
Murat Ceylan'ın söylediği şarkılar ne arabesk, ne türkü, tanımadığım bir tarz ama rahatlarım diye gittiğim günümü daha da karartmaya yetiyor. Tek tük insanlar gelmeye devam ediyor. Sağdaki en son locaya uzun, ince, krem renkli eteklikli elbisesiyle başı sıkma baş bağlı bir kadın ve yanında da çizgili tişörtlü, kadından on, onbeş santim daha kısa bir adam gelip oturuyorlar. Boynuna taktığı kırmızı boncuklu kolyesi, kırmızı rugan, arkadan bantlı açık ayakkabısı ve çantasına takım. Yan yana , sıkı sıkı oturuyorlar. Evliler mi, flört mü ediyorlar diye dikkatlice bakıyorum. Flört.
İlerleyen zamanda  yanımızdaki locaya koca bir aile gelip oturuyor. Kahverengi kareli gömlekli,  göbekli ama şişman olmayan adamın karısı zayıf, mini etekli, uzun boylu, lüle lüle sarı saçlı. Kadına arkasından baktığında sarı saçı, ince beli, dar kısa etekliği ve askılı bej buluzüyle şehirli bir kadın ama yüzünü döndüğünde yüz hatları üç, beş vakit önce tarlada güneşin altında buğday ekip biçen yorgun bir köylü kadın.  Yanlarında en küçüğünün yaşı 7-8 gibi olan, üç çocukla gelmişler. Kuzen, yeğen, açık kapalı, kadın erkekli bir grup aile. Toplamda sekiz kişiler. Delikanlılardan biri askerden yeni gelmiş. Dar, düşük bel, eskitme kot pantolonu ve beyaz tişörtü ile vücudu yeni antremandan çıkmış, belli. Karşısında ki kızla aniden piste çıkıp oynamaya başlıyorlar. Aman ne oynamak. Kız kırk kilodan fazla değil, beli kopacakmış kadar ince. Kot eskitme bir gömlek, takısı, kemeri, ince topuklu yüksek ayakkabıları ile Victoria Secret mankeni gibi. Ama göbek havası durumu oryantelleştiriyor. Belini kıvırma hızına ve yaptığı figürleri algılamaya yetişemiyorum. Ağzım beş karış açık. Localarındaki ağa gibi oturan adama bakıyorum ne vakit saçından kapıp yerlerde tekme tokat sürükleyecek kızı diye. Yok, adam el çırpıyor. Ağzım açık. Gümüşhane’liler, Bayburt’lular var salonda daha ziyade ve onların kanlarını köpürten şarkılar. Yan locamızda 8-9 yaşlarında desenli elbiseli bir kız çocuğu var, kollarını birbirine kavuşturmuş, tek başına oturmuş dinliyor Mutlu’yu.  Biraz sonra bir peçetenin üzerine yazdığı istek şarkısını kalkıp veriyor şarkıcıya. Ağzım açık.
Arka locamıza son derece sarışın, askılı bluzlü, mini etekli, iki kız iki oğlanla geliyor. Son derece modernler ama burayı neden tercih ettiklerini hala anlamak istemiyorum.
Salonun dışında avluda dört masada okey oynayanlar var, birinde başı sarıklı bir kadın. Yaz havasını, yazlık mekana çeviren okey taşı sesleri. Şehrin ortasında Anadolu sayfiyesi. Sol locadaki kahverengi gömlekli adama methiyeler yolluyor şarkıcı, aman Gülcan Bey, yaman Gülcan Bey diyerek. Gülcan Bey coşkusunu engelleyemeyerek yan masadaki peçetelikten bir demet peçete alıp piste yaklaşıyor, şarkıcının başına, para destesini tek tek sıyırır gibi peçeteleri tek eliyle sıyırarak başından aşağıya yolluyor. Yan gözle de garsona talimat veriyor, acil iki paket daha peçete açsın diye. Para değil, gül yaprağı değil, peçete ısmarlanan, şarkıcıya iltifat için. Hesaba ekleniyordur herhalde.
Duvarlarda Mehmet Akyıldız, Bülent&Lida posterleri var, tanımıyorum, duvara gerilmiş, kilim desenli kumaşlara iğnelenmiş. Mutlu mikrofondan anons ediyor, sırada Arabik horon var diye, millet deli gibi piste fırlıyor, horon için. Arabik horon ne? Ardından da Doğu Beyazıt’lı Memocan’ın konseri var diyor.  Hiçbir şey ama hiçbir şeyi anlayamıyorum. Burası neresi, Doğu Beyazıt nerede, bu insanlar kim, nerenin kültürü bu.
Köln’de bulunmuştum ilk defa geçen yıl. Almanca’ya dolanan Türkçe’yi, Almanlığa bulanan Türklüğü garipsiyerek bakmıştım. Tanıdığım insanlar ne Almandı nede Türk. Garip bir şey. Burada da aynı duygulara kapıldım, burası ne Anadolu ne İstanbul. İstanbul’a karışmış Anadolu insanı. Özünü kaybetmiş, acayip bir sosyal kültür oluşmuş. Çok yabancı. Buradaki adamlar neye kızar, neyi kaldıramaz anlamadım. Gülcan Bey’in hanımı tek başına oynamaya kalkıyor, Gülcan Bey sırıtıyor, romantikleşen bir şarkıda Gülcan Bey de kalkıp karısıyla dans etmeye başlıyor. Eli bel bölgesinden altlara kayıyor dans ederken. Çocukları sırıtarak bakıyor anne ve babalarına. Siyahlar içindeki kara, kuru adam uzun uzun üflediği nargile dumanının arasından yarı gözlerle bakıyor bu pistte dans eden çifte. Gülcan Bey kıskanmıyor, ne işin var pistte be kadın demiyor, ne bu giydiklerin dapdaracık demiyor, zevkle ve keyifle dans ediyor, diğer garip eşlerle beraber. Bu bir Cumartesi gecesi. Zamanında Çakıl Gazinosunda aileleriyle eğlenmeye giden işadamlarının başka bir versiyonu bu. Ama haberimiz bile olmayan bir versiyon.

Karışık kebap yap ortaya çocuğum, bol soğanlı olsun!...

25.5.13

Buluttaki ofisinize geçmeye hazır mısınız?

Bir ofis düşünün, duvarları, sınırları olmayan, bulutta bir ofis... Sürekli hareket halindeki yaşamınıza ayak uyduran, sizinle her yere gelen, verimli çalışmanıza yardımcı olan, zaman kazandıran, iş yaşamınızı kolaylaştıran... Kısaca her şeyiyle eksiksiz bir ofis. Office 365 size işte böyle bir ofis sunuyor. Siz de ekip olarak daha verimli çalışmak istiyorsanız, bir an önce Office 365’le buluttaki ofisinize taşının.

Office 365’le çalışmayı seçtiğiniz her yer artık ofisiniz. İster ofiste, ister yolda, ister tatilde olun; ofisinize her yerden ulaşabilir, ekip olarak ayrıyken bile birlikte çalışabilirsiniz. Kısaca siz havaalanında, ekip arkadaşlarınızdan biri ofiste, diğeri dışarıda toplantıda olabilir ve siz yine de aynı anda, aynı doküman üzerinde çalışabilirsiniz.

İşinizle ilgili her şeye, her cihazdan erişebilir, ofis dışındayken bile “ofis içinde” olabilirsiniz. Yemekteyken patronunuz arayıp, satış tablosunu havalı bir grafiğe dönüştürmenizi istedi diyelim. Office 365’iniz varsa sorun yok. SkyDrive ile buluta yüklediğiniz Excel’i restoranda açabilir, gerekli düzenlemeyi yapıp, ofisteki patronunuza yollayabilirsiniz.

Office 365’in en beğenilen özelliklerinden biri olan HD görüntülü görüşme sayesinde ekip arkadaşlarınıza veya müşterilerinize bağlanıp, görüntülü görüşmelerle işinizi yüz yüze halledebilirsiniz. Böylece hem 1 saatlik toplantı için 3 saatlik trafik çilesi çekmezsiniz, hem de yol masraflarınızı azaltabilirsiniz.

“Bizim için hem ekonomik, hem de güvenli çözüm önemli” diyorsanız; işletmenize en uygun Office 365 planını seçin, “Kullandığın Kadar Öde Modeli” ile hem maliyetlerinizi azaltın, hem de sürekli veri yedeklemesinde kayıplar yaşamayın.

Üstelik Office 365’e geçiş çok kolay; dakikalar içinde kurun ve hemen kullanmaya başlayın.

Siz buluttaki ofisinize ne zaman geçiyorsunuz? Daha fazla bilgi için www.office365.com veya 444 9 365



Bir bumads advertorial içeriğidir. "Bir bumads advertorial içeriğidir"

SESSİZ

Doludizgin yeşil vadiye doğru uzatıyorum kamerayı. Renkler, ışık doluyor resme. Bir daha, bir daha basıyorum, kuş seslerini de alsın içine diye. Çeşit çeşit kuş seslerine, çeşit çeşit çan sesleri karışıyor. Kimi küçük, kimi büyük çan sesleri, büyük, küçük hayvanların boynunda, otlağın uzun kısalığına göre; uzun, kısa çalıyor. Basıyorum tekrar. Resim karesinde renkler, ışık var ama sensizlik gibi sessiz bütün kareler.

24.5.13

HİÇ VAKTİM YOK

O dedi ki; küçük bir kasabanın taş sokaklarından başka ne verebilirim ki sana, ey sevgili...
Ben ise sana; Olympos'un dar, uzun taş koridorlarındaki evlere dağılan su arıklarından akan suyun ritmine bulaşmış nefeslerimizi, deniz suyuna karışmış maden sularını, Demre Plajı'na bakan St. Clause Kilisesi'nde yankılanan Myra'lıların çığlıklarını, Kale Ada'sının etrafındaki deniz motor seslerine karışan, deli mavi sulardaki kulaçlarımızı. Ölüdeniz'in tepesine Baba Dağ'dan uçan kanatlarımızla konduğumuz Kelebekler Vadisi'ni, biraz daha yukarıda, Bodrum barlarının önünde, taş kumsalda dans ederken yere sürtünen ayak izlerimizi, Behram'ın gökyüzündeki tüm yıldızları, İskender Limanı'na inen parke taşların üzerinde, seni seviyorum, diye yankılanan sesimi ve daha binlercesini verebilirim, eğer istersen.
Tüm bunlarla beraber, anladım ki, Nemrut'ta gün batımını izlerken içtiğin şaraba, Halfeti'de Rum Kale'ye sürdüğün motora, Van Gölü'nün kıyısında yaptığın kahvaltıya, Uzun Göl'e tepeden bakıp, Hasankeyf'in son resmini çekmeye bile zamanımız kalmayacak daha beklersen esaretinden kopmaya.
Çık gel, kalan ömrün dolmadan.
6''

KAYRA

Kulak kıvrımlarının içine dolan seslerin arasında bir yerlere saklanmış söylediklerim, sen uyurken. Tek tek; tane tane söyledim, yüreğin ısınmak istediğinde çıksın o köşeden, sarıp sarmalasınlar kalbini, üşüme diye.
Sakin, itaatkar, durgun bir göl gibi bekledim yatağının kenarında. Ona duyduğun aşk için, tek tek ellediğin sokak taşları gibi hareketsiz, sanki asırlarca izledim uyumanı. Kapalı, uyuyan gözlerinden doldum hayallerinin köşe kapmacalarına, elma dersem çık, armut dersem çıkma diye saklandım, sen elmaaaa dediğinde çıkmak için karşına...
6''